Saturday, January 31, 2009

GİTMEYE NE HACET


Uzaklara kaçanlara oldum olası anlam veremem. Hani içinde bulundukları olayları yaşamayı denemek yerine tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek şehir ya da ülke değiştirenlere. Çünkü her ne kadar çevrenin etkisi de olsa her şey insanın kafasında bitiyor. Yani isterseniz uzaydaki en uzak galaksiye kaçın, beyninizdeki tilkileri defetmediğiniz sürece hiç bir şeyin anlamı yok. Çünkü insanın düşünceleri valize doldurduğu eşyalar gibi değildir. O eşyalar olmadan da bir yerlere kaçılabilir. Ama beyni kemiren şeyler öyle mi... Her ne kadar bırakılmak istenilse de, kırıntı olarak bile olsa o düşünceler bizimle beraber taşınır. Hala hangi yolun nereye çıktığını kafanızda kuramadığınız, yüzleri, sokakları, dükkanları tamamen yabancı olan soğuk bir şehrin vasat odasının camından etraftaki yabancı binalara bakarken insanın kafası dağılır tabii ki birazcık. En azından burada kimler yaşıyor acaba, neler yapıyorlar diye düşünmeden de edilmez. Hatta senaryolar yazılır. Adam şu işi yapıyordur, şu da küçük kızları olmalı, kadın neyle uğraşıyor acaba tarzında faraziyeler yapılır. Fakat yine sen aynı sensindir. Yine kendini düşünmeye başlarsın. İşler istediğin gibi gitmiş olsa bu camda şimdi ne düşünüyor olurdum acaba diye sorarsın kendi kendine. Ya da belki de bu camdan bakıyor olmazdım dersin. Evet belki o şehire bir şeylerden kaçmak için gelmemişsindir ama istemeden de olsa mekanını değiştirmişsindir. Bunu kendinle başbaşa kalmak ve hayati kararlar almak için fırsat bilirsin, geride bırakmak istediklerini o bilmediğin yerlerin havasına karıştırıp kurtulmak istersin ama olmaz. Zaten havaya karıştırabilmek hep o kadar kolay olsa, yer gök hava, buyur karıştır. O yüzden diyorum ben birşeylerden kurtulmak için kaçanları anlamıyorum. İsteyerek olsa da olmasa da bir süre normal mekanından uzak bir yerlerde bulunsa da insan, maalesef düşüncelerden kurtulmak çok da mümkün olmuyor. Oturalım evimizde, zaten bir şeylerin havaya karışacağı varsa karışır, fazla kasmaya gerek yok.

Friday, January 30, 2009

KART TUZAĞI


Kredi kartlarının kara listesi kabardıkça, bankaların yaratıcılıkları da bir o kadar kabarıyor. Farkındaysanız kartlar o kadar sevimli olmaya başladılar ki, sırf o küçük, renkli, sevimli manyetik plastik parçasını kullanmak için alışveriş yapılabilir. Sarı, mor, mavi, yeşil, şeffaf, aynalı, kol saati şeklinde falan filan. Kartların ne şekil alacağı insanların hayal gücüyle sınırlı. Harcama alışkanlıklarına göre farklı kart uygulamaları da var. En çok ne tip harcama yapıyorsanız ona özel kartı alıyorsunuz, farklı avantajları oluyormuş böylece. Yerseniz… Biz böyle ağzımız açık aman da ne güzel yapmışlar, şekli ne güzel, rengi ne güzel derken, gelen ekstrelerin uzunluğu da bankaların ekmeğine yağ sürüyor. Bir de limit yükseltme furyası başladı son zamanlarda…Önce masum bir bant kaydı aramayla başlıyor. Limitinizi falanca liraya çıkartabilirsiniz. Kabul ediyorsanız bire, etmiyorsanız sıfıra basınız falan diyor. Şöyle söyleyeyeyim, hiç kullanmadığım kartların limitini benim kaç ayda kazandığım paranın toplamına çıkartmak istiyorlar. Siz de haliyle ne gerek var aşırı yüklü limite deyip, sıfıra basıyorsunuz. Neyse diyorsunuz ama bu sefer de bir kaç gün sonra aynı bankadan cep telefonunuza mesaj geliyor. Limitinizi yükseltmek için bizi arayın diye. Aramıyorsunuz haliyle. Ama banka yılmak bilmiyor. Bu sefer bant kaydı yerine, kanlı vanlı müşteri temsilcisi arıyor. Limitiniz yükseltelim diye iki saat dil döküyor telefonda. Red etmekten yılmayan siz de müşteri temsilcisini istemediğinize dair ikna etmeye çalışıyorsunuz. Sonuç sinirden tel tel olmuş saçlarınız ve bankanın tüm azmine rağmen, limiti aynı kalmış kartınız.Tüm cazibelerine ve kimi zaman kendimce avantajlarına rağmen artık bu kartlara gerçekten illet ifrit olmaya başladım. Bankaların insanların dizginlenemez alışveriş dürtüsünü sömürme politikaları iyice aldı başını gitti çünkü. Kartların dışı melek içi şeytan. Normal şartlarda harcayınca kullanışlı ama insanı normal şartların dışına çıkartmak için herkes elinden geleni yapıyor. Bize de kendimizi tutmaktan başka birşey kalmıyor. Limitlerimi yükseltmiyorum, bu da benim için büyük aşama:)

Thursday, January 29, 2009

BU DA BENİM TANIMIM


Eski yazılarıma bakarken karşıma bu yazı çıktı. Geçen sene bu zamanlar yazmışım. Evleneceğimden bir haberken. Sürekli evlilik nasıl bir şey diye soruyorlar bu ara. Ben de ne bileyim, ee güzeeeel diyorum. Özgürlüğüne çok düşkün olanlar da ya özgürlüğüm kısıtlanırsa diyorlar. Buna da cevabım genelde ne bileyim oluyor. Ama galiba cevap olarak bu yazı verilebilir. Özgürlüğe kendimce yaptığım tanım, aslında evlilik özgürlüğü öldürür mü sorusuna da bir cevap olabilir:)........Özgürlük benim için çok başka bir şey. Bir kere burcum Yay benim, özgürlük burcu. Kendi kafasına göre yaşamak istemek, günahını da sevabını da kendi işlemek isteyen biraz cozutuk insanların burcu. Yay burcunun dönemi geldiğinde gazetelerin burç köşelerine şöyle bir bakın. İki satır özgürlükten bahsetmezlerse şaşar da kalırım. Özgürlük kendi başına çok çok uçlarda anlamlar taşırken, herkesin kendi hayatına göre özgürlük tanımları farklıyken kitaplarda 'Bir insanın özgürlüğü diğer insanın özgürlüğünün başladığı yerde biter' gibi basit cümleler içine sığdırılması, benim gibi bir özgürlük burcu insanı için ne acıdır. Özgürlük kendi yanlışından gurur duyabilmektir benim için. Kendi bildiği gibi yaşamak gibi basit cümleler içine sığdırmak niyetinde de değilim özgürlüğü. İnsanın yaptıklarının zararının ya da yararının kendisine olmasıdır. Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde neden bitsin ki özgürlüğümüz?!! Belki özgürlüklerimizi başkalarıyla paylaşmak istiyoruz biz. Kendi başına bir birey olabildiğini, kendi ayaklarının üzerinde durabileceğini bilmektir. Kimseye bağımlı olmamaktır. Bazen de birine bağımlı olmak istemektir. Onsuz tek bir adım bile atmak istememek.Yani bildiğini okumaktır bir yerde, bazen yalnız, bazen de biri ya da birileriyle beraber. Eğer o birileriyle okuyacağınız bildikleriniz aynıysa. Kendi bağımsızlığını kendinin kısıtlaması, ama kendi dışında kimseye bu kısıtlama hakkını vermemektir. Verilse bile kimin bu büyük hakka sahip olacağını kendinin seçebilmesidir. Hayatının vanasını elinde tutabilmesidir insanın... Duruma göre biraz fazla, ya da biraz daha az. Hayatın müdahele edebildiğimiz kadarının ayarını yapabilmektir. Mutluluğun tanımıdır özgürlük. Tek başına ya da sevdiğimiz birileriyle birlikte mutluysak özgürüzdür de zaten... Daha da fazlasına ne gerek var... :)

Wednesday, January 28, 2009

BAŞKA İNSAN MANZARALARI


İnsan hayatından biraz memnundur, biraz da değil. Bazen bir başkasına özenirsiniz ve onun yerinde olmak istersiniz, bazen de tam aksine sizden daha kötü durumda olan birini görüp halinize şükredersiniz. Ben de merak ediyorum, ben ben olmasaydım kim olmak isterdim diye. Ama cevabı yok, çünkü kendim olmamak nasıl olur hiç bir fikrim yok. Olmadığım gibi biri olduğumu hayal edemiyorum bir türlü. Hatta bu yazıyı da öyle yazacaktım. Her paragrafta olmadığım biri gibi olduğumu hayal edip şöyle olurdum böyle olurdum diye fikir yürütecektim. Yazdım yazdım sildim. Yok mümkün değil olmuyor. Ne hissetmediğim şeyleri hissediyormuş gibi yapabiliyorum ne de olmadığım şeyleri öyleymişim gibi. Ama bu tabii ki benden farklı olan insanlar da nasıl yaşar konusunun aklımı kurcalamadığı anlamına gelmez. Çarşaflı biri olmak mesela. Yaz sıcağında kapkara giyinmiş genç kızlar. Niye böyleler diye tartışacak değilim. Herkes tercih ettiği gibi olabilir, kime ne. Fakat hiç mi terlemezler? Temiz havayla tek temasının iki gözünün olması nasıl bir şeydir? Bu insanlar ne yer, ne içer, ne dinler? Aşık olunca hangi şarkıda ağlar, televizyonda hangi diziyi kahkaha atarak izler? Onlar da üzgün olunca çikolata komasına mı girerler? Kızınca nasıl tepki verirler ailelerine? Şarkıcı ya da oyunculardan kimlere hayran hayran bakarlar? Bir de erkek versiyonları var. Cüppe giyerler, değişik sakalları vardır. Kızlar için ne düşünürler mesela? Sevgilileri var mıdır? Varsa nasıl davranırlar? Sabah uyandıklarında ilk kim akıllarına gelir? Canları sıkılınca ne yaparlar? Ne tip kitaplar okurlar? En çok neye gülerler? Punkçı kızlar var bir de mesela... Simsiyah ya da kıpkırmızı saçları, biraz kirli kıyafetleriyle farklı bir imaj çiziyorlar. Hiç kendilerini sarı ya da kahverengi bir saçla hayal ediyorlar mı? Bana gürültülü gelen müzikleri keyif içinde dinlerken akıllarından neler geçer? Onlar da bu şarkılarla mı ağlarlar? Ev kızları var bir de. Okumamış ya da şu ya da bu şekilde okuma hakkı ellerinden alınmış olanlar. Hayalleri neler, bir günleri nasıl geçiyor? Bir günlerini daha faydalı bir hale getirmek için ne yapmak istiyorlar? Bu liste böyle uzar gider... Etrafta ben gibi olmayan o kadar değişik insan var ki, hangi birinden bahsedebilirim ki? Ben en uç örnekleri verdim sadece, en çok merak ettiklerimi. Hoş bazen kendimle de ilgili keşfetmediğim bir kaç nokta kaldığını düşünüyorum ya neyse, bu da başka günün konusu olsun...

Monday, January 26, 2009

AH ESKİLER VAH ESKİLER !...


Ne varsa eskilerde var. Daha az otomatik olanı, daha basit çalışanı. Artık böylelerini bulmak zor ama, insan yad etmeden de geçemiyor. Çamaşır makinaları tam ötesi otomatik. Hem otomatik, hem dokunmatik. Ben geçen gün makinanın üst kısmından bişey alırken hafifçe bir düğmesine çarpmışım, çocuk kilidine geçti. Mümkün değil hiçbir şeyini ayarlayamaz hale geldim. Sonuç: Müşteri hizmetleri arandı. Çünkü kullanım kılavuzunda yazanlar hiç bir işe yaramadı. Bulaşık makinaları da öyle. Binbir tane programı var. Ben sadece en kısa sürede yıkayan en basit programı kullanıyorum. Neye gerek diğer karmaşık ayarlar. Mikrodalgalar çok fazla dalgalı, farklı pişirme özelliklerine sahip. Ama gerçek işlevi olan ısıtma işini yapamıyorlar. Annemlerin evine bilmem kaç sene önce aldığımız mikrodalganın fokur fokur kaynattığı sıcaklıkta, benim ki ancak ılık hale getiriyor. Cep telefonlarını düşünün mesela. Eskiden takoz gibilerdi, mesaj atmak ve gerçek telefon görevini görmek dışında bir işe yaramazdı. Şimdikilere bir bakın, telefon olması aslında bir ek özelliği. Aslında fotoğraf makinası, video kamera, ya da bilgisayar, yan özellik olarak da telefon olarak kullanılıyorlar. İnsanın kafası karışıyor, telefon asli amacından şaşıyor. Buzdolapları ayrı bir dünya. Hele de yeniyse garip sesler çıkartıyorlar. Mesela bizimkinin buzluğu tam şenlik. Gece uyurken içerden gelen taaaak sesi yüzünden, kesin biri girdi diye irkildiğimiz çoktur. Şimdi buzluk da biz de ona alıştık. O çok taktuklamıyor, biz de korkmuyoruz.Televizyonlar inceldikçe inceldi. Normalde ne anlama geldiğini tam olarak bilmediğimiz kelimeler günlük hayatımızın bir parçası haline geldi. Sizinki kaç piksel?:) Çok narinler, en ufak darbede bozulma ihtimalleri çok yüksek. Bir de insanı tembelleştiriyorlar. Eskiden kanal değiştirmek için evde nöbet çizelgesi yapılırdı. En azından gece boyunca ayağa kalkıp iki tur atmak için bir bahane olurdu. Şimdi eve girince oturduğumuz koltuktan ancak yatmak için kalkıyoruz. Yenilikler ne kadar bizim için gibiyse de, bir çok açıdan aleyhimize gibi aslında. Ama artık mecburen eşyaların kuralına uymak zorundayız, başka şansımız yok:)

Sunday, January 25, 2009

YÜZDE ENDİŞESİ



Kadının yeri neresidir? Bu sorunun cevabını nedense bizzat kadınlardan çok erkekler biliyor. Genelde de bu cevap bizzat içinde yaşadığı, çocuklarının peşinden koşturduğu, her hafta temizlemesi gereken (başkası yapıyor bile olsa), mutfağında yemek yaptığı dört duvarlı evi oluyor. Kendi evi. Ama bu soruyu kadının kendisine sorsanız cevap farklı da olabilir. Belki açma hayali kurduğu bir dükkan, gitmeyi hayal ettiği bir ofis, okumak istediği bir okul... Ama emin olun bir kadına senin yerin neresi deseniz, ilk verdiği cevap evi olmayacaktır. En azından vermeyi tercih etmeyi cevap bu olmaz. Her kadının sevdiği bir ailesi ve sorumlulukları olabilir. Kimin yok ki? Hem bu sorumluluklar tuhaf bir keyif de veriyor, her ne kadar bazen zorlayıcı olsa da... Genlerimize işlenmiş herhalde. Sıcak bir yemek hazırlayınca, ya da evi biraz toplayıp, hafif bir yorgunlukla koltuğa kurulunca hoşunuza gidiyor. O yemeği biri iştahla yediğinde, ya da bu ev mis gibi olmuş dediğinde içiniz bir hoş oluyor. Daha iyisini yapmak istiyorsunuz. Hepimizin içinde bir parça ev kadınlığı var. Kimimizde daha az, kimimizde ise haddinden fazla. Ama genlerimize işlemiş bu durumun bir kader olması, erkeklerin de bu genetik zaaftan faydalanması hiç mi hiç gerekmiyor. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu tarafından yapılan araştırmayı gördünüz mü? 10 genç kızdan 7’si ne okula gidiyor, ne de çalışıyormuş. Yani boşa geçirilmiş, ve bu mantıkla da devam edildiğinde boşa geçirilmeye devam edilecek bir ömür. Bugün bu dünya için ne yaptım diye düşünüldüğünde, verilecek cevabın koskoca bir sıfır olması durumu. En içerikli cevap güzel bir kanaviçe yaptım, televizyonda iki yemek öğrendimden ileri gitmez. Araştırmanın sonuçları sadece kızlarla da sınırlı değil. Rakamlar iç karartıcı. Türkiye'de 15-29 yaş grubundaki erkek ve kızların yüzde 35'i atıl durumdaymış. Çalışmayan, okumayan... Hayatta amacı olmadan, ne kendine ne de etrafına bir faydası olmadan yaşayıp giden. Erkeklerden vicdandan hiç nasibini almamış olanlar gizli güçlere tetikçi oluyor malum. Kızlar da evde vakti çürütüyor. Genç nüfusun üçte biri böyle karanlıkta yaşarken, herkes bir olmuş çene altı, kamu içi- kamu dışı alan tartışması yapıyor. Ama başka bir çalışma aslında türbanın okumaya tek ve en birinci neden olmadığını gösteriyor. Liseden sonra okunması nedenleri arasında yer alan türbanla okula girilmemesi nedeni, sınavın kazanılamaması, ailesi tarafından daha fazla okumaya izin verilmemesi, maddi durum yetersizliği gibi bir sürü nedenden sonra ancak sekizinci sırada yer alıyor. Okullarda türban yasağı bence baştan yanlıştı. Yasaklar nedeniyle bugünkü ortama geldik belki de. Yıllarca önce yapılan bir yanlış, şimdi hepimizin karşısına dikildi. Belki hiç yasak olmasa, bugün kimsenin tek laf etmeye hakkı olmayacaktı. Ama şimdi tartışacak bin türlü şey varken, ah kızlarımız türbandan okuyamıyor diye samimiyetsiz çığlıklar atılırken, aslında türbandan önce okula gitmeyi engelleyen problemleri görmezden gelmek herkesin kolayına gidiyor. Genç nüfusun yüzde kaçı atıl, kız nüfusunun yüzde kaçı ev kızı, erkeklerin yüzde kaçı tetikçi olunca akıllar başa gelecek, çok merak ediyorum, endişe ediyorum...

Saturday, January 24, 2009

ANKET MASUMİYETİ



İlk gençlik çağındaki gençlerin birbiri hakkında bilgi toplamaları için hazırlanmış anket defterleri vardı. Çiçekli böcekli kapaklı, yaklaşık 30 sorudan oluşan defterler. Arkadaşlarınıza verirdiniz, doldururlardı. Şöyle sorular vardı mesela: Nasıl bir evde yaşamak istersiniz? Beğendiğiniz şarkıcılar? Beğendiğiniz oyuncular? En etkisinde kaldığınız film? Bir erkekte-kızda neleri beğenirsiniz? Sevdiğiniz bir var mı, sakıncası yoksa adı? Büyünce ne olmak istiyorsunuz? Yani o zamanlar eğlenceli gelirdi de, aslında şimdi düşününce resmen ömür törpüsü. Yaz yaz bitmez. Daha ziyade sınıflarda birbirlerini beğenenler için hazırlandığını düşünüyorum ben bu anketlerin. Çünkü birbirinden hoşlananların kendilerini ifade etmeleri için bulunmaz hint kumaşı, eşi benzeri bulunmaz sosyalleşme malzemeleriydi bu defterler. Bir kızın-erkeğin karşı cinsten birine ‘Anket defterime yazar mısın?’ demesi, lütfen ‘Sevdiğiniz biri var mı, sakıncası yoksa adı?’ sorusuna benim adımı yaz demekti aslında. Tabi o zamanlar internet, cep telefonu falan yok. Şimdikine kıyasla ilkel sayılabilecek metotlarla herkes yolunu buluyordu bir şekilde. Hala ortaokuldakiler bu anket olayına takılıyorlar mı bilmiyorum aslında, ama zannetmiyorum. Beğenilen filmler mafya filmleri, özenilen insanlar kolay yoldan para kazananlar, beğenilen şarkıcılar en çok soyunanlar oluyor artık. Oturulmak istenen evler de en pahalıları. Aşk meşk konusunda da şimdikiler daha girgin, daha atılgan ve daha cesur. Hatta çoğu zaman olmaları gerektiğinden, haddinden çok çok daha fazla. Biz mi fazla masumduk, şimdikiler mi biraz cozutuk bilmiyorum, ama sanki ikinci şık daha olası.

Friday, January 23, 2009

BIZ DE DUR DIYELIM

Hüseyin Amca’yı !!!... hatırlarsınız.
Hani üzmeyen Hüseyin.
Taciz ettigi iddia edilen çocugun ( cümlenin kendisinden hayır yok zaten) ruh saglıgının yerinde oldugu raporu verilmişti. Hüseyin Bey de şeytana uydum demişti.
Ama ben asıl karısının pişmiş pişmiş kameralara sırıtışını unutamıyorum, hatırladıkça midem kalkıyor.
Tabi bunu yapan tek o degil. Gün geçmiyor ki, bir çocugun bu tip igrençliklere maruz kaldıgını duymayalım.
Geçenlerde bir mail aldım, düzenlenen bir kampanya ile ilgili. Bu linke tıklayın siz de destekleyin.
Vicdanı olan bizlere çok iş düşüyor.
Ayşe Arman da el attı konuya. Yogun bakımda tacize ugramış bir genç kızın hikayesinden bahsediyor. Utanmayıp açıkladıkları için ne kadar dışlandıklarından. Ne acı ki, o kadar ikiyüzlü bir toplum ki bizimkisi, kurbandan çok suçluyu destekler davranışlarda bulunuyor. Söyleyince suçlusun.
A.Arman bir de, bu tip olaylara maruz kalmış ama şimdi büyümüş kadın olmuş kişilerin anlattıklarına yer veriyordu bir süre önce. Okumak yürek ister, o kadar söyleyeyim. Babalar, dayılar, sapıklık gırla gidiyor. Akıl alır, inanılır gibi degil.
Sokaktan öylesine kız kaçırıp, tecavüz edenler, sonradan da öldürenler var mesela. Bunlar sapık, bunlar katil. Ruh hastası, psikopat diyoruz öylelerine. Affedilir gibi degil, ama bir sebebi vardır belki. Belki onun da küçükken benzer bir olay gelmiştir başına.
Ama insanın kanından canından olanlar ne oluyor bu durumda. Sapıktan öte sapık, hainden öte hain. Mide bulandırıcı, affediler gibi degil.
Amacım sokaktan birini kaçıranları korumak degil tabiiki. En agır cezalara hakediyorlar. Ancak bir çocuk akrabasından, büyügü bildigi birinden böyle bir muamele görüyorsa, o kişiye de verilmesi gereken bir ceza olmalı.
Çocukların hayatı, çocukların geleceginin bir garantisi olmalı, zarar görenler dışlanmak yerine bagırlara basılmalı, tedavi edilmeli. Ömrü boyunca taşıyacagı kırgınlık, kızgınlık bir nebze olsun azaltılmalı.
Bahsettigim kampanya "ÇOCUK İSTİSMARINA HAYIR" kampanyası...
Ben biraz geç de olsa katıldım, siz de katılın, bu igrençlige hepimiz bir dur diyelim.
Belli ki nefsine hakim olamayan, Allah korkusu olmayan bu insan olmayan varlıkların kendilerine dur diyecek güçleri yok.

Thursday, January 22, 2009

YENİ MİSAFİR MODU



Eski misafirlikler nerede kaldı? Günler öncesinden haber verilen, müsaitseniz annemler size gelecek tadındaki gezmeler. Önceden telefon edilir, müsait akşama karar verilir, yemek sonrası çay saati gibi gelinir, çay börek eşliğinde sohbet muhabbet edilirdi. Bir de sık sık yapılırdı bu ziyaretler. Amaç birbirini görmek, hasret gidermekti. Herşey gibi bu misafirliklerin de içeriği değişti. İnsanlar zaten sürekli mesaj, e-mail trafiğinde olduğu için birbirini o kadar da özlemiyor. Özlüyor belki de, özlediğini anlamıyor. Bu toplaşmalar için çok hazırlık falan da yapılmıyor. Hazır yemekler, aperatifler. Nerede kaldı elde yapılmış pastalar, kekler. Artık çaylar bile demleme değil, sallama. Bilmem ne filminin dvd’sini aldık, hadi onu izleyelim diye geliyor davetler. Film koyuluyor, ortalama 2 saat. Zaten gece yarısı oluyor, haydi görüşürüz. Böylece haftalardır, aylardır görüşmeyenler görüşmüş oluyor belki ama paylaşım film için beraber heyecanlanmak ya da filme beraber gülmekten ileri gidemiyor. E tabi filmleri böyle evin rahat ortamında seyretmeye de alışıldı mı zaten, cümbür cemaat sinemaya gitmeye de üşeniliyor. Ne misafirlik kavramı kaldı, ne dışarı çıkma. Artık herkes birbirini ikisinin ortası bir ortamda görüşüyor. Evler sokağa çıkmışsınız gibi bir eğlence merkezine dönüşebiliyor, ev rahatlığında sokak, insan daha ne istemez. Ama eski samimiyet kaldı mı, bilmem, onu düşünmek lazım...

Wednesday, January 21, 2009

EBRU ŞALLI SENDROMU


Geçen sabah televizyon açıktı, kanallardan birinde Ebru Şallı programına denk geldim. Ebru' li Saatler... sabah ben tek gözüm kapalı, ayılma çabalarında o canlı yayında pilates yaptırıyor. Yaza kadar karnınızı dümdüz yapacaz puf puf, hadi bakalım bayanlar diyor tahta gibi dümdüz karnıyla puf puf (sesli nefes:)) ... karnıma baktım boğazıma bir şey düğümlendi, ayol bu karın yaza değil, öbür yaza bile dümdüz olmaz ya... Kendimi berbat hissetmeme sağolsun çok yardımcı oldu.
Keşke onun gibi mükemmellik takıntım olsaydı dedim içimden, bir iki hareket çabam oldu ama geceliğimle halının üstüne yatamadım :pp, zaten hareketlerde başarılı olmak için bayağı bir çalışmış olmak lazım yani. Neyse pilatesten, milatesten vazgeçtim derken, pilates programından konuklara geçti. Konuklarla da sağlıklı yaşam maşam , dengeli beslenme falan bay geldi ve ben sağlıksız kahvaltımın başına geçtim, ( biraz peynir,bi dilim ekmek,bir fincan çay) ama kendimi berbat hissetmeye devam...neyse dört dörtlük Ebru hanım öğleden sonra Deryalı Günler programının konuğu olarak tekrar karşımızda, ahçının makarnayı pişirmesini bekliyor, acıkmışmış, makarnayı çok rahatlıkla yiyebilirmiş çünküm sabah1 saat pilatesini yapmış, ara öğün meyvasını yemiş, yeşil çayını içmiş o yüzden tamammış yani...
 Bilmem kaç baskı yapan kitapları, yeni üretmeye başladığı çiçekli çocuksu taçları ( hep kafasında) , pilates hocalığı, yemek uzmanlığı, aşkı kocası, anneliği ve aklıma gelmeyen diğer yaptığı işlerle yurdumuzun Victoria Beckham' ı olarak dört dörtlük imajıyla evlerimizden çıkmayacağa benzer. Çekememezlik değil benimkisi, doğal bir kadın gibi davranabilse ve birazcık mütevazı olabilse belki severiz biz de yerli Victoria' mızı...

O ARTIK RESMEN BAŞKAN !...


Ortamdan çatadanak çatlamak üzereyim. O kadar kıskanıyorum, o kadar kıskanıyorum ki anlatamam. Resmen içim içimi kemiriyor. Bir gün belki diye bir soru cümlesi geliyor aklıma. Ama nedense bu sorunun cevabının olumlu olacağına dair hiç bir umudum yok. Yine de umut etmek istiyorum. Ben de Obama istiyorum bir tane. Lütfeeen. Obama’nın kendisi değil mevzu bahis olan. Temsil ettiği durum. Yani değişiklik, hoşgörü, yeni bir nefes, beyaz bir sayfa. Obama kendisi Türkiye için ne düşünüyor, o muallak. Amaaan her şey olacağına varır. ABD halkı rekor katılımla, eskiden bırakın seçilmeyi, seçime katılacağı söylense kimsenin ciddiye almayacağı bir insanı kendisine başkan seçti. Çünkü umut etti, umut edecek bir şeyler gördüğü yepyeni bir yüzü başına getirdi. Biz de nerdee. Hep aynı suratlar. Hep aynı hoşgörüsüzlük. Ayrımcılık, dışlama had safhada. Her gelen ayıracak, dışlayacak bir zümre buluyor. Belki tipleri değişkenlik gösterebilir ama illa ki birileri dışlanıyor sonuçta. Kimseyi dışlamayacağını, herkesi gerçekten kucaklayacağını gerçekten hissettiğim, beni konuşmasıyla, hitabıyla ağlatacak bir lider istiyorum. Bizimkileri de dinlerken ağlamak istiyorum ama sinirden ve ümitsizlikten. O yüzden diyorum ya çok kıskanıyorum ABD’lileri. Umuda oy verdiler. Nedense de hiç pişman olmayacaklar gibi geliyor....

Tuesday, January 20, 2009

GENETİK ESTETİK


İnsanların, özellikle de bayanların güzellik için yapamayacağı şey yok. Her ne kadar çoğu kişi kendileri için en önemli güzelliğin iç güzellik olduğunu iddia etse de bu koca bir yalandan ibaret bence. Ne olursa olsun herkesin ilk dikkat ettiği özellik tabiiki de dış güzellik. Artık bunu böyle kabul edelim. İşte çoğu bayan da zaten bunu kabul etmiş durumda. Bu yüzden de oralarındaki buralarındaki muhtelif kusurları düzelttirmek için bir sürü parayı gözden çıkarıp estetikçilerin peşinden koşuyorlar. Yok burun, yok yanak, yok dudağa silikon, yok yüze gerdirme falan. Bu liste uzayabilir, hatta benim asla aklıma gelmeyecek operasyonlar da eklenebilir. Bu sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada böyle. Kadınlar güzellik uğruna akla hayale sığmayacak operasyonlar için bıçak altına yatabiliyorlar. Hatta kendilerini baştan yarattırabiliyorlar. Buna ülkemizden örnek vermek hiç zor değil: Ajda ve Deniz Akkaya. Gerçekten de eski resimleriyle karşılaştırıldıkları zaman, olumlu yönde tanınmayacak hale geldiklerini görüyoruz. Her ne kadar Ajda biraz işin suyunu çıkarmış da olsa yine alımlı kadın. Deniz Akkaya de cidden çok güzel oldu. Gerçekten bir estetik mucizesi (Aslında ağzı az buçuk daha küçük olabilirdi). Neyse benim merak ettiğim şu: Örneğin Deniz Akkaya çok güzel şu an, ama peki ya çocukları ya da torunları? Yani Deniz Hanım neslini ilerlettiği zaman yeni Deniz nesli onun yüz ifadesinden birşeyler alacak mutlaka, ama tabii ki estetikli genlerden alacak halleri yok. Yine asıl eski Deniz’in genleri geçecek onlara. Yani Deniz’in arkasına bakmadan kaçtığı eski kabus günleri yeni nesilde ortaya çıkabilir pekala. Benim de burnum annemin anneannesiyle aynıydı, eğer o estetik yaptırmış olsaydı, ki bu zaman ve mekan olarak onun için imkansız tabi, benim burnum da estetikli hokka burun mu olacaktı, hayır elbette. Bu estetik olayı sadece kişisel tatmin, bunu hepimiz biliyoruz. Ama bunun nesilden nesile aktarıldığını düşünsenize, atalarımızdan birinin estetikli olması nice kuşaklar için ne kadar kolaylık olurdu. Estetikli doğar öyle yaşardık, tek neşter darbesi olmadan hem de:)

Monday, January 19, 2009

KAFA ÜTÜLÜYORUM...

Bugün evde temizlik vardı, arada kadın alıyorum, yoksa ipin ucu kaçacak, yakalamak beni benden alır valla :pp . Aslında kadın kelimesi de temizlikçiler için kullanılan yegane laf. Mesela kadın diyorum ama bizimkinin yaşı benden küçük büyük ihtimalle. Apartman görevlisinin eşi.
Taşındığımızdan beri o geliyor. 5 ay falan oldu yani. Ütü yapıyor. Memnunum genel olarak ama geçen sefer bir bardak kırdığından ve bana söylemediğinden şüpheleniyorum. Aslında malı kıymetli bir tip değilim, ama ben olsam kesin söylerdim dediğim şeylerin bana söylenmesini bekliyorum. Çünkü takınca takanlardan olduğum için evde dört dönüp, nerdeki bu bardak diye arandım. Bugün evi arayıp, ya kırıldı mı ona göre takımı bozmamak için yenisini alacağım diyecektim, unuttum... Öyle saf saf dolandım ki evde, yatağın altına bile baktım, hani gece yanımıza su alıyoruz, bir şekilde yere koyduk, kaldı mı öyle diye. Söyle hele, sen sağ ben selamet, canı sağolsun, Allah'ın cam bardağı. (Hoş tabanı böyle çiçekli falan pek şekerdi:pp). Ama diyorum ya, ben olsam söylerdim. Yine de hakkını yemeyeyim, gardrobumun içini mum yapmış mum, valla öyle düzenli görünce kendimden utandım. Herşey yerli yerindeydi ama onun yaptığı olmuyor işte. Sağolsun varolsun :)
Neyse bir önceki evimizdeki kadın, o evin sahibinin kadınıydı. Yani güvenilirlik tam. Biz anahtar verdiğimiz için en azından tanıdık birine geliyor olması kesin koşul. Eski apartmandakilerin çoğuna da o geliyordu. Ütü de yapıyordu. Fakat nasıl geniş kadın. Kafasına göre bazı yerleri yapıyor, bazı yerleri şişiriyor. Bir de asla ev toplamazdı. Bizim ev dağınık değildir aslında ama örneğin sabah pijamamı alalacele çıkarıp, dürüp sandalyede bırakmışım mesela. Ev temiz, ama o pijama sabah bıraktığım gibi aynen duruyor. Örneğin laptopu pufun üzerinde bırakmışız, aynen duruyor. Santim oynatmamış. Bazen halıların altını veya az kullanılan bir odayı süpürdüğünden ( malikane değil canııım o ev 4 odaydı, şimdi 3) şüphelendiğim için test yapardım. Halının altına ufak bir toz parçası, odanın halıfleksine bir iplik parçası gibi. Neyse o konuda bir açığını yakalamadım. Sonra yeni eve taşınırken devam edelim dedim, kocama sorayım, gelebilir miyim car curt. Geleceği mesafe de öyle aman aman bir yol değil. Soruş o soruş, bir daha aramadı beni. Ayıp etti…Hatta her hafta alsanız 65 olurdu ama siz iki haftada bir alıyorsunuz diye 70 alıyordu. Yuhhh diyorum hala. Gelmeyeceksen de gelmeyeceğini haber ver bari. Ben de mel mel bekliyorum, ha bir gün ha yarın arayacak. Kek kafam.
Fakaat benim bir numaram ilk kadınımdır. Ben evlenmeden önce 1 sene çok yakın arkadaşlarımdan biriyle yaşadım. O da ayrı bir yazının konusu olsun. Oraya da yine çok yakın bir arkadaşıma gelen bir kadın geliyordu. Ya nasıl eli çabuk, nasıl temiz. Bir de biz iki kızdık ya, söylemesek de bize yemek yapardı. Ütü de yapıyordu. En komik yanı evi öyle kafasına göre toplardı ki, benim eşyalarım arkadaşımın dolabından, onunkiler benden, ev terlikleri bir yerlerden çıkardı. Ama ben evlendikten sonra haftaiçi çocuk bakmaya başladı, haftasonları da bana uymuyor diye ayrıldık. Çok düzgün kadın valla, bir gün çocuğum olsa da bakacak birini arasam onu düşünürüm.
En son olarak kocamgilin benim kadınlara yazdığım notlara çok güldüğünü belirtmeden geçemeyeceğim. Böyle emir kipi bir tip olmadığım için nasıl rica minnet notlar, yaparsınız sevinirimler, zahmet olmazsalar. Camların bir kısmını bu sefer, kalanını diğer sefer silerseniz çok mutlu olurumlar. Duyan bedavaya iş yaptırıyorum sanır. Mesela bardak mevzusunu not olarak yazacaktım da, telefon açayım tüm nazik ses tonumla sorayım, yanlış anlaşılmasın dedim, yarım aklımla unuttum onu da.
Ohooo çook uzatmışım ben konuyu yahuu, o zaman bu yazıdaki anahtar kelimeleri bulun, benden size ütü hediye:)))

Sunday, January 18, 2009

DAMPERLİ GELİN


Anladım ki daha vakitlice evlenmek lazımmış. Yani şöyle 20 lerin başında, daha aklım ermeden, ne olduğunu anlamadan. Böylece belki daha az stres yaşardım, herşey daha kolay gelirdi bana. Hem işe falan da girmemiş olurdum, ıvır zıvır işlerin peşinde koşacak daha çok zamanım olurdu. Neyse zararın neresinden dönsem kardır şekli, 20 lerin sonlarına doğru kısmet oldu. Şimdi de kısa zamana çok şey sığdırmak derdinde olduğum için biraz sıkışmış durumundayım. Eşyaların falan yerleşmesi olayı, kabusum oldu resmen. Çünkü annemlerin pul misali senelerdir biriktirdiği çeyiz koleksiyonu yeni eve transfer edildi. Ve ben daha da geç kalmadığım için bin kere şükrettim. Çünkü biraz daha gecikseydim, annemler koleksiyona parça toplamaya devam edecekler, ve muhtemelen bu eşyalar için ayrı bir ev gerekecekti. Eskiden mesela kızlar, aileleri onları sevdikleri gence vermediğinde, çeyizinden üç beş parça aşırıp hop diye kaçarlarmış. (Hoş eskiden dedim, hala da kaçanlar vardır mutlaka:)) Örneğin bizimkiler de beni vermeselerdi ( bu verme alma olayından da hiç hazzetmem ya neyse), ben de kaçsaydım o kadar ıvır zıvırla nasıl kaçardım? Filmlerden görüyoruz, kızı bir halıya sarıyorlar, ya da kız ufak bir bohça alıyor ve tabanları yağlıyor. Ben kaçmaya kalksaydım mesela, eşyalarımda çok fena aklım kalacağı için, ooo kaçana kadar yok o ayakkabım, bu çantam, şu nevresimimin, bu mutfak eşyam derken, direkt enselendirdim. Yani müstakbel eşimin beni kaçırması için bir kamyonet ve taşımak için de iki kişi gerekli. Neyse ki böyle bir kaçma ve kaçırılma durumu söz konusu değil. Böyle kızı da kim napsın, neden kaçırmaya uğraşsın ki zaten, resmen ağırlık yaparım :)

OLABİLDİĞİNCE BASİT


Küresel kriz patladı. Bizim kapımıza da dayandı, kapıyı tıklattı. Bilmem o kapı açılır mı, dilerim ki açılmaz derken kapıdan girdi bile... Tam şenlik, trajik!! Krizden kurtulmak için dünya çağında merkez bankaları piyasaları para boğuyor deniyor. Ben de bunları okurken düşünmeden edemiyorum. Bu düşüncelerim mantıktan uzak, çok cahilce. Belki ne boş kafalısın diyeceksiniz, diyen desin. Para, ekonomi, banka falan diye şeyler olmasaydı diyorum. Hepimizin para basma makinası olsaydı. Gerektikçe bassaydık. Hoş zaten para da gerekmezdi, dünya da zaten bu kadar ilerlememiş olurdu çünkü. Kimsenin paraya ihtiyacı olmadığı için bir şey üretmezdi, yaratmazdı. Ama yine de sadece para değil, insanlığa fayda adına bir şeyler yapacak birileri çıkardı mutlaka. Çünkü dünyanın bugünkü hali, sevabıyla günahıyla, paranın eseri. Artık para dünyanın efendisi. Aşkı, aileyi, şerefi, haysiyeti çoktan solda sıfırda bıraktı. Bir daha da hükümdarlığını kimseye kaptıracağa benzemiyor. Bütün yenilikler de, lüksler de, işler de, savaşlar da, evlilikler de para için. Artık gerçekten özgürlüğü için savaşan kim kaldı ki? Para olmasaydı, ya da biz kendimiz bassaydık gerektikçe, belki basit bir yaşamımız olurdu ama bugünkünden daha huzurlu olmaz mıydık dersiniz? Ekonomi dengesi diye bir şey olmazdı, o dengeler sarsıldıkça bizim de dengelerimiz şaşmazdı. Zenginle yoksul arasında uçurum olmazdı, herkes eşit olurdu. Ekonomik krizler de, bu krizlerde kurtaracak bankalar da olmazdı. İşte asıl huzur bu olurdu. Bakalım bugün bana bilgi vermeden hesabımdan ne tırtıklamışlar diyorum ve(Bayramlar ve yılbaşı üstü hesap kesim tarihleri otomatikman kaydırılıyor, zaten bu özel günlerdeki alışkanlıkları) , sorduğunuzda sistem hesaplıyor deniyor. Neyse ki sistem diye bir şey var, yoksa bankalar yaptıkları yanlışları, attıkları kazıkları kime yükleyeceklerdi?!! İşte böyle... Düşüncelerim basit, cahil, biraz boş kafalı ve ilkel belki. Evet paranın çok faydası var ama bütün zorlukların nedeni de o değil mi? Bugün paranın yokluğu felaket artık, dönüşü yok. Ama en baştan beri varolmasaydı bugün hayatımız nasıl olurdu, acaba parayı icat eden Lidyalılar, durumun bu hale geleceğini bilselerdi yine de icat etmekte direnirler miydi çok merak ediyorum.

Saturday, January 17, 2009

DERDİMİ SEVEYİM


Herkesin kendi çapında problemleri vardır mutlaka. Allah büyük dert vermesin ama, ama ufak tefek bir sürü şeyi takarız kafamıza hepimiz. Kimimiz işi, kimimiz aşkı, kimimiz de parayı takarız. Bazılarımız bunların herhangi birinin yokluğundan yakınırız, bazılarımız da varlığından. İnsanoğlu işte, ne zaman halinden memnun ki. Ama sanıyorum insan dert çekmekten zevk alıyor. Kafasına bir şey takmamışsa bir şeylerin eksik olduğunu hissediyor. Bu nasıl bir psikoloji bilemiyorum. Belki de insan problemleri olmadığı zaman, hayatını gerçekten yaşamadığını zannediyordur. Yani hayatında bir durağanlık vardır, problem yoksa, hareket, acı, üzüntü, gözyaşı, ya da problemin olumlu çözümü sonrası sevinç yoktur. Her şey sabit gidiyordur, sürekli aynı görüntüyü gösteren bir televizyonu, ya da aynı şarkıyı çalan bir radyoyu, ne kadar sıkıcı… Hiç sorun yokken sorun uydurmaya çalışılır böyle zamanlarda işte. Bir an kendinizi düşünün, hayatınız çok normal gidiyor, canınız sıkılıyor, biraz hareket istiyorsunuz: Birden işten çok sıkıldığınızı düşünmeye başlarsınız, ya da platonik olarak aşık olup bu aşkın acıları içinde erir bitersiniz. Romantik parçalar dinleyip gözyaşı dökersiniz, her yerde onu görür gibi olursunuz. Belki de çok mükemmel giden ilişkinizde, olaya tuz-biber etkisi katmak için yapay sorunlar uydurursunuz ki tartışma olsun, kafaya takacak yeni şeyler çıksın. Bütün bunlar bir yana, insan bu dertleriyle kendini diğerlerinden farklı kıldığını düşünüyor da olabilir. Ne de olsa herkesin derdi kendine hastır, en yakınınız bile tam olarak anlayamaz, kendince fikirler üretir bunun çözümü için ama genelde size uymaz bu fikirler. “Bu benim derdim, kimse anlayamaz” der geçersiniz. Ama sonra da “Beni de kimse anlamıyor yaaa” diye hayıflanırsınız. Yani nerden bakılsa her yol kafaya takılacak yeni bir şeye çıkar.Sözün kısası insan, mevcut olan ve gelecekte de bizzat kendinin çıkarabileceği sayısız sorunlarıyla bir bütün galiba. Ne de olsa biz dertlerimizle varız, kafaya birşeyler takmaktan hoşlanıyoruz. Buna çözüm aramayalım, zaten yok sanırım:) HÜP NOT: “Takma kafana tokadan başka” lafını da kim çıkardı merak ediyorum:)

Friday, January 16, 2009

BIR BILMECEM VAR

Afganistan deyince ne geliyor aklınıza?
El Kaide...
11.Eylül...
Taliban...
Şeriatiın en alası...
Sarı bir gökyüzü...
Ortalığın toz duman olduğu, askerlerden ve başı sarılı talibanlardan oluşmuş bir insan topluluğu...
Ön yargı had safhada.
Mesela bayram tatilini geçirmek için Afganistan’a gitmek isteyeni duydunuz mu?
Hangi doğal güzelliğinden haberdarsınız? Ya da yemeğinden?
Peki ya uçurtmalarından, uçurtma yarışmalarından.
Sadece ölüm korkusu ve savaşın olduğu bir ülke olduğunu düşünüyoruz.
İnsanın aklına orasının da birilerinin vatanı olduğu gelmiyor hiç.
Ben şimdi öyle bakamıyorum.
Çok kısa zaman arayla ABD’de yaşayan Afgan bir yazarın romanından uyarlanan bir filmi izledim, bir de aynı yazarın başka bir kitabını okudum. Filmden sonra boğazıma oturan yumruğu anca yutmuştum, kitabı okuyunca o yumruk tekrar yerleşti. Hem de çok daha büyüğü.
Film Uçurtma Avcısı’ydı. Afganistan parantezinde bir arkadaşlığı, siyasi değişimlerin masum insanların hayatına nasıl bir darbe vurduğunu, nasıl perişanlıklara neden olduğunu anlatıyordu.
Kitap ise daha beter.
Bin Muhteşem Güneş.
Afganistan’da kadın olmanın tarihçesi.
50’li yıllardan günümüze.
Değişim dramatik.
Okuyan, çağdaş kadınlardan, erkeksiz burnunu bile dışarıya çıkaramayan, en hafif cezanın taşlanmak olduğu yeni yüzyıl kadınları.
Kuma olmak sıradan, dayak yemek günlük hobi, aşağılanmak, tacize uğramak zaten bilindik şeyler.
İki eserde de eski yıllarla bugün çok güzel karşılaştırılıyor.
O zaman Afganistan’ın tarihi, mutfağı, doğal güzellikleri ne kadar fazla olan bir ülke olduğunu anlıyorsunuz. Bir sürü edebiyatçıya, sanatçıya, medeniyete ev sahipliği yapmış.
Ama şimdi bir bakın.
Tarihi bile olmayanlar tarafından işgal ediliyor.
Yolundan şaşmış insanların elinde oyuncak olmuş.Gelecek yıllar daha olumlu gelişir de umarım, gelecek nesiller Afganistan’ın gerçek tarihinden haberdar olurlar. Son yıllarda yaşananlar insanlık ve gerçeklik dışı çünkü.

Tuesday, January 13, 2009

BUGÜNÜN HİKAYESİ

Bugün yazamadım birşeyler. Ama aklımda sürekli. Zaten katıldığım toplantı az kalsın zamanında bitmiyordu da, servisi kaçırıyordum. Neyseki teker tokmak yetiştim. Ancaaak serviste hergünümün kabusu beni bekliyordu. Alem Fm'de (yani sanırım bu fm) Nihat'la Sivrisinek. Çok ciddiyim bir gün sinir krizi geçirmeme neden olacak. Nihat'ı geçtim, o çakma sivrisinek sesine dayanamıyorum. Vik vik vik konuşuyor, zaten fonda sürekli dümteke dümtek kafa şişirici bir müzik, eften püften yol muhabbeti yapıyorlar. Bir de bu sivrisinek arada fikrini beyan ediyor, dayanılır gibi değil. Takıyorum müziği kulağıma,ohhh.
Düşünün bunun bir de sabah versiyonu var. Nihat'la Curcuna. Adıyla bir. Tam çekilmez. Fonda aynı castırı castırı müzik, Nihat aynı şeyleri 88 kere tekrarlayıp tekrarlayıp söylüyor. Bu sabah mesela YÖK başkanına alınan 4x4 araçtan bahsediyordu. Ama aynı cümleyi kaç kere kurdu, ben sayamadım. Sabah sabah müzik de dinlenmiyor, her sabah kıl kıl biraz sesini kısar mısınııııııız diye çemkiriyorum. Ayyyy.
Neyse eve geldim, bugün de biraz stresliydim, sinirlerim tepemde. Bu sefer de aylık doğalgaz aidatını görünce kan beynime sıçradı. Bizim apartmanı dışardan bir yönetici idare ediyor. Tabi bu nasıl yönetmekse. Adamı araki bulasın. Ne zaman işin düşse de arasan, gıcık bir kız çıkıyor telefona, Tayfuuun Beyyy yokkkk diye uzata uzata konuşuyor. Cebinden ulaşabilirmişiiiz.Bir kere de cebin açık olsun be adam, sanarsın ki mühim şahsiyet. Ödenecek para belli de maşallah, ne hangi dönem için ödeneceği belli, ne fatura örneği asılıyor. Biz öyle ödüyoruz mel mel. Daha 3 hafta önce verdik, yeni fatura gelmiş, 50 lira daha fazla. 1.5 aylığı , 3 haftalıktan az yani bu mantığa göre. Anlamadım gitti. Bir halt yiyordur diye değil, sadece sorumsuzluğa sinirleniyorum. Zaten 300-400 lira bayıyoruz, bari ne kadarlık zaman için ödediğimizi görelim. Nerdeee, apartman görevlisi peşinde koşmak lazım illa. Biraz da ona çemkirdim, abla var bende göstereyim sana diyor, yahu assana kardeşim. Bizim apartman çok zengin galiba, bir ben vikvikleniyorum. Yarın da bizzat yöneticinin ofisini arayıp şarlayacağım. Ohh stresimi atarım.
Neyse hadi ben Canım Ailem izleyeceğim birazcık, saygılar efeeemm..:)

Monday, January 12, 2009

BEYAZ SENDROM

Bir süredir saçlarımı ihmal ettim çok fena. Normalde sürekli kendi rengine boyatıyordum. Aynı renge boyatmak hangi akla hizmetse.Bir kaç ay önce elimi ve cebimi yakan bir meblağ ödeyerek biraz kestirmiş, bir de uçlarının rengini hafif açtırmıştım.Bu arada saçlarımın orijinali koyu kestane. Yani kafanızda canlandırmanız açısından:)Neyse bu ara fenalardayım. Modelinden sıkıldım, kısacık kestiresim var. Rengi ok ama dipleri uzadı biraz. Neyse ki boyanın rengi orijinale yakın, idare ediyorum.Haa gitsene yevrucuum kuaföre diyor olabilirsiniz, birden çok nedeni var:
1. Kuaförün benim gittiğim şubesinde saçımı yapan adamı başka bir şubeye gönderdiler. Bu şube de resmen Allah'ın dağında. Çok üşeniyorum.
2. Bir de harbiden pahalı, parama kıyamıyorum.
Ama geçen gün gördüm ki benim iki tel beyazım yine sahnelere dönmüş. Yok cidden iki tel beyaz var ama beni bunalımlardan bunalımlara sokmaya yetiyor. Aslında bunalıma girmeye ne hacet. Bunun sorumlusu belli: Tabii ki ben. İnsan 10 senedir zırt pırt saçını boyatıyorsa, beyazların sadece iki telle sınırlı kalmasına sevinmesi gerekir aslında.Hadi değişik renklere boyatmak ok, ama kendi rengine boyatmak niye?Neyse ben de kuaföre gitmeyi erteleyerek hem paradan, hem beyazdan tasarruf etmiş oluyorum böylece.Bakalım ne kadar direneceğim?:)

Sunday, January 11, 2009

CUMARTESİ NAPTIM?


Bugün yine uyku komasına giriyordum. Hafta içi her gün sabahın köründe kalktığım için haftasonu kantarın topuzunu kaçırmadan rahat edemiyorum. Kocamgil cumartesileri de çalıştığı için yayıldıkça yayılıyorum. Hatta 10 gibi aradı, haaa ben de şimdi kalkıyordum dedim ama, ha kalktım kalkacağım derken üzerine 1 saat daha uyumuşum, şiştim:) 11'de bir şey mi demeyin, valla insanın günü ölüyor, bütün gün sersem sepelek dolaşıyorsunuz ortalıkta. Bir de rüyasal problemlerim var. Hakkaten bir yerlerim açık mı kalıyor nedir anlamadım, her akşam bir aksiyon, her akşam bir seyahat. Bir sürü insan, bir sürü mekan. Bir kaç akşamdır sürekli Milano'ya gitme çabam var, en son dün akşam da uçağı kaçırdım. Geçen akşam da tam bilet almak için thy.com.tr'yi tuşlarken uyanmıştım. Bakmayın böyle mütavazi takılıyoruz, yoksa bir ayağımız Italy:)))
Neyse kalktım, yemekteyiz programının haftalık özeti falan derken saat öğleni geçti zaten. Sonra bir baktım Türkmax'ta Türkan Şoray'ın renksiz bir filmi var. Nasıl sevindirik oldum. Başroldeki jön de Yılmaz Duru, hiç tanımıyorum. Ama renksiz, Türkan Şoray falan diye şöyle bir kendime geldim. Kahvaltımı hazırlayıp kuruldum başına. Ben mi rastlamıyorum, yoksa böyle filmleri artık oynatmıyorlar mı? En büyük keyfim halbuki. Defalarca izlesem hiç bıkmam. Ben lisede falanken okuldan gelirdim, her akşamüstü kesin bir eski Türk filmi olurdu, rahmetli anneanneciğimin hazırladığı akşamüstü tıkınması eşliğinde homini gırtlak izlerdim. Şimdi kırk yılda bir rastlıyorum, bugünkü iyi geldi valla...

Friday, January 9, 2009

KONUŞMANIN BU KADARI

Geçen akşam televizyonda zaplarken Hülya Avşar’ ın söyleşi programına denk geldim.
Konuğu ünlü psikiyatrist Yankı Yazgan. Öyle böyle değil, adam üstelik de profesör.
Ben de konuk hatırına izlemeye başladım. Bari kulağıma iki faydalı kelam girsin diye.
Günümüz çocuklarının gidişatı ve okulla olan ilişkileri konusunda hararetli bir konuşma yapıyorlar.
Daha doğrusu Hülya Avşar konuştukça konuşuyor, konuştukça konuşuyor. Ve tabii kimse ona dur diyemiyor. Yankı Yazgan’ ın tipini falan bilmesem, bu Avşar kızı kime böyle bilgelik yapıyor diyeceğim.
Size şöyle söyleyeyim, zaten toplasanız kaç dakikalık bir program, rahat bir beş dakika hiç durmadan fikir beyan etti.
Kendi soruyor, kendi cevaplıyor. Değil mi diyor, sonra karşısındakinin cevap vermesine fırsat vermeden kendi görüş bildirme seansına devam ediyor. Hah Yankı Yazgan tam burada araya girer dedim her seferinde, yok bölemedi adam.
İşin özü şu, Avşar’a göre çocuklar okulla çok haşırneşirmiş, hiç beyin jimnastiği, düşünce geliştirme falan fıstık tarzında aktivitelere vakit kalmıyormuş.
Neymiş bu aktiviteler dersiniz: Bilgisayar oyunları!..
Çünkü bu tip oyunlar zihni geliştirirmiş, farklı düşünmeyi sağlarmış...
Neyse ki Yankı Yazgan laf bu civarlardayken olaya bir dur dedi de, ben de derin bir nefes aldım.
Bu tip oyunların faydasından çok zararı olduğu, zaten çok standart ve değişmeyen bazı kurallar dahilinde yapıldıkları için hiç de beyin jimnastiği falan yaptırmadıkları, aksine çocukları düz düşünmeye ittiğini gayet cool bir şekilde anlattı. Üstelik tüm bunların tıbben de defalarca kanıtlandığı sözlerine ekledi.
Bizimki hiç bozuntuya vermeden aynen devam etti, ama şöyle söyleyeyim ne dese Yankı Yazgan bir cevap yapıştırdı.
Neyse sonuna kadar dayanamadım ben. Ama Yankı Bey’in verdiği cevaplarla sunucuyu pohpohlamak yerine doğru bildiğini söylemesinin benim acayip hoşuma gittiğini itiraf etmeliyim.
Bir de tüm bunların üzerine gazetede Hülya Avşar’ ın kızına eskidikçe ayakkabı aldığını, şimdilerde ayakkabısı delindiği için almak zorunda kaldıklarını, yoksa gerekmedikçe bir şey almadıklarını, hiiççç doyumsuz yetiştirmediklerini anlatmış. Off demek istiyorum...

Thursday, January 8, 2009

RELAXXXXXX !...


Dizilerimi geri istiyorum.. Oyunculara çuvalla para dağıtırken iyiydi. Tabi şimdi hepiniz krize yenik düştünüz. Avrupa Yakası bir süre çekilmeyecekmiş. Yaprak Dökümü de aynı şekilde gümbürtüye gitmiş. ( Aslında kalbimi dinlendirmek açısından iyi bir fırsat. Resmen Yaprak Dökümü' nü izleyince kalp sıkışması yaşıyorum yaaa, bitince dayak yemiş gibi oluyorum) Haaa ikisini bir arada nasıl idare ediyordun demeyin, internetten dizi izlemek olsun, reklam arasında zap yapmak olsun sevdiğimiz hareketler:) Bir de Avrupa Yakası, Yaprak Dökümü' nden sonra bitiyordu, sıkışan kalbimi bir kaç kahkaha ile iyileştiriyordum. Neyseki Aşk-ı Memnu kriz dalgasından nasibini almadı da daha, bu akşam izleyeceğim inşallah. Kaç haftadır özledik yahu, kıyafetleri göreyim de delireyim biraz. Yabancı dizi de çok izliyoruz biz ama bana aynı tadı vermiyor. Var ya Türk kanı, çağlıyor resmen. Politik olalım, ülke gündemini takip edelim falan bıraktım ben bu işleri. Iyy Türk dizisi mi diyen entel dantellerden biri hiç değilim, bu gidişle de olmaya hiç niyetim yok. Hani böyle evlilik programlarıyla, yarışmalarla, dizilerle falan halkımız aptallaştırılıyor diyorlar. Ben razıyım.Kendi rızamla aptallaşasım var. Son zamanlarda düzenli bir şekilde haber bültenlerini takip ettim de ne oldu... Sinir bozukluğu, moral çöküntüsü. Bu gidişle hiç bir şeyin değişmeyeceğini anlamanın dayanılmaz ağırlığı. Boş şeyler izleyelim, kafamız da boşalsın. Sinirler gerilmesin, relaxxxxxx!...

Wednesday, January 7, 2009

GÜZELLER İÇİNDEN






Birkaç gündür servisle eve gelirken yolda Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım) filmini izliyordum. Bugün bitti. En eğlenceli sahneler sona kalmış. Küçük kızların güzellik yarışması. Hepsi süs bebeği, her türlü aşifte hareketi yapıyorlar, hem de kendilerinden son derece emin bir halde.
Filmin kahramanı kızımız da, adı Olive, diğerlerine ne yapıyor bunlar diye bakarken, seksi dansta hepsine beş bastı. Tek farkla, ne yaptığının hiç farkında değildi.
Niye? Figürleri büyükbabasından öğrenmişti ve yaptığının sadece dans olduğun sanıyordu. Herkes onu performansı yüzünden ayıpladı. İkiyüzlülük tabi bu. Diğerleri suratlarında beş kilo makyajla kırıtırken herşey şahane. Ama o küçük hafif tombul kız, sadece dans ediyordu.
Neyse daha fazla anlatmayayım.
Zaten küçük kızların güzellik yarışmasına sokulmasına dayanamıyorum.
Gördükçe içim kalkıyor, süs bebeği gibi giydirilmiş kızların ( bu hallerinin ne kadar kendi bilinçleri dahilinde olduğu da tartışılır) sahnede kendini beğendirmeye çalışmaları.. Yazıktır.
Hoş sanki ben 3 yaşında yazlıktaki güzellik yarışmasına girmemiş de, bir de üzerine birinci seçilmemiş gibi:))) Haaaahaaa. Tacımı devretme şansım da olmadı, hatta tacım bile olmadı. Bir oyuncak helikopter hediye vermişlerdi. Ne alakaysa. Daha sonraki yıllarda yapılan yarışmaları önceki kraliçe diye şereflendirseydim, helikopterimi devrederdim bari.
Şimdi bu yarışmaları kınarken, kendisinin ne işi varmış demeyin, öyle mayolarla falan atmadım kendimi sahnelere. Annemler itfaiyeci şapkası desenli bir kumaştan yeşil bir elbise dikmişlerdi.
Yani kısaca itfaiyeci şapkası desenli yeşil bir elbiseyle o zamanki nüfüsu bir avucu geçmeyen yazlık beldemizde güzellik kraliçesi seçilerek hediye olarak oyuncak helikopter aldım. Ben bu cümleyi neresinden tutayım.
Bu arada ödül töreni sırasında çekilen polaroid resim, şimdi salonun baş köşesinde çerçeveli duruyor. Söylemeden geçemeyeceğim:)

ASLINDA ZORLAŞIYOR


Kronik yorgunluk ve uykusuzluk artık rutinimiz haline geldi. Pazartesi sabahından itibaren haftasonuna gün saymaya başlayıp, daha geç gidilecek bir işin hayaliyle yaşıyoruz. Fazla hareket edememek en büyük derdimiz. Çünkü bir çoğumuz bilgisayar başında oturarak çalışıyoruz. Sürekli bir boyun ve sırt ağrısı, kaskatı kesilmiş omuzlar zaten değişmez. Ekrana fazla bakmaktan kurumuş gözler, yorgun bir kafa.Ne o çalışıyoruz, kariyer yapacağız. Bizden bahsediyorum, hepimizden. Üniversitede okuyup, toplumda kabul gören sabit işini edinerek, sabah git akşam gel modelini benimseyen Türk gençliğinden. Evimizde internet olmadan olmaz, mümkünse de kablosuz olsun ki, evin içinde gezerken içimizden geçip şöyle bir tarasın vücudumuzu. Mikrodalgada yemek ısıtmak da çok kolay, cep telefonu olmadan yaşayamayız. İşyerinde bilgisayar, evde bilgisayar, dışarıda kalabalık, trafik. Nereye gidiyoruz, nereye yetişiyoruz? Evet hayatımızı kazanıyoruz çok şükür. Tabii kazandığımızın neredeyse yarısıyla da vergimizi ödüyoruz. E tabi ayrıca elimize kalanla da, her bir faturaya eklenmiş olan ıvır zıvır vergileri, yol parası, araba vergisi gibi detayları hallediyoruz. Böylece zaten yarısı tamamlanıyor.Yediklerimizde ne hayır var? Artık hormonsuz, katkısız tek bir yiyecek kaldı mı? Organikleri falan var ama nereye kadar... Hadi evi hallettik, hiç mi dışarıda yemiyoruz... Hiç mi katkılanmıyoruz? Mümkün değil...Evet nereye gidiyoruz? Böyle bir tempoya bizim bünyeler ne kadar dayanabilir? Şimdiki yaşlılara bakıyorum, tabii hepsinin rahatsızlıkları var da, bu da yaşlılığın getirdiği bir durum. Biz o kadar şanslı olabilecek miyiz? 30’umuza gelmeden hafiften çürük yumurtaya dönerken o yaşta ne olacağız diye endişeleniyorum. Sadece fiziksel yorgunluk etkileyecek olsa idare edeceğiz de, dış mihraklar da var işin içinde. Teknolojinin ve son günlerin moda tabiri olan küresel ısınmanın yan etkileri. Radyasyon, baz istasyonları, kablosuz aletler. Daha kullanışlısı aslında daha zararlı. Eskiler sadece vücut yorgunluklarının ceremesini çekiyor, biz buna ek olarak hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz herşeyin. Hayatımız kolaylaşıyor derken, geleceğimizi zorlaştırıyoruz hiç farkında değiliz...

Tuesday, January 6, 2009

BABA GERÇEĞİ



Babalık, kızın evlendiği zaman boyut değiştiriyor sanırım. Zaten lokum olan baba daha da bir lokumlaşıyor, zaten düşkün olan baba düşkün ötesi bir hal alıyor. Babası kendisine çok düşkün olmayanlar için de, herhalde hayatları boyunca babalarının onlardan sakladığı şefkatin, kızını istemeden de olsa koruma iç güdüsüyle katlanarak artması şeklinde gözlemlenebilir. Tabi bir başka babasal avantaj da, kayınpeder sahibi olmanız. Sizinki de benimki gibiyse iki babanız olması son derece normal, hem de aynı derece de mutluluk verici. Benimkine geri dönecek olursak; benim babam lokumdu da, evlenmeye karar verinde daha da bir lokumlaştı, şimdi en üst seviyelerde. Eşim ona çok benziyor da neyse ki, kızım kızım olduğu kadar damadım da damadım şeklinde bir durumu da var. Kimi zaman pabucum dama atılıyor gibi hissetmiyor da değilim. Komik ama seçimimi farketmeden babamın bir kopyasından yana kullanmışım, yavaş yavaş anladım. Burçları aynı olduğu kadar huyları da aynı. Kızların babalarına benzer erkekleri seçtiklerini duymuştum. Bunun nedeni de şuymuş: Kızlar babalarıyla iyi anlaşıyorlarsa, onlara benzeyenleri seçerlermiş. Arası iyi olmayanların ise bu şekilde belirli bir tercihleri yokmuş. Babamla çatışmadım diyemem. Çok söz dinleyen, başına buyruk olmayan, munis bir tip olduğumu söyleyemem. Kızdığım tarafları da olmuştur kimi zaman. Sözünü dinlemediğim, fikrini sorsam da yine başıma dikime gittiğim zamanlar oldu. Fikirlerim çatıştı, haklı gördüğüm zaman da oldu, haksız gördüğüm zaman da. Ama farkında değilmişim, ben babamla çok iyi anlaşıyormuşum. Kızsam da bana batmıyormuş uyuşmayan taraflarımız. Başımın dikine giderken, en doğru şeyin kendi fikrim olduğunu zannederken, aslında içten içe hep onun onayını almak istermişim.Bunu biraz geç anladım ama neyseeee….O yüzden bayanlar seçimlerini şöyle bir gözden geçirirse, belki de genel tabirle çocukluklarına dönüp:) babalarıyla ne kadar anlaşabildiklerini anlarlar. Belki çok anlaşabiliyorsunuz zannederken hiç anlamıyorsunuz birbirinizi. Belki de benim gibi sandığınızdan daha uyumlusunuz… Bir bakın, sonuç şaşırtabilir.

Monday, January 5, 2009

YENİ NESLİN YENİ GÖREVLERİ



İŞİ BİTMEDEN ASLA DURMAZ.

ASLA BUHARI BİTMEZ.

KİRLENMEKTEN VE EĞİLMEKTEN KAÇINMAZ.

PİS İŞLERİ YAPMAYA DAİMA HAZIR.

Yazık yazık çok yazık. Böyle mi olacaklardı? Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındayken birden bu kadar büyük bir değişim ruhlarında deriiiiin bir yara açar mı dersiniz? Kolay mı ya evin erkeği olmak? Evin erkeği olmak ne demek, evdeki teknik işlerin peşinde koşabilmek demek. Aile evlerinde bu görevin biçildiği bir baba olduğu için bilmezler tabi ne yapılması gerektiğini…Dünün pırlanta gibi çapkın, daha ziyade çıtır ve eğlence peşinde koşan gençlerinin şimdi ellerinde çekiç, tornavida ne büyük zorluklara göğüs gerip de evlerinin erkekleri olmasından bahsediyorum. Kablo takılması lazım, klozet kapağının değişmesi lazım, duvara ayna ve tablo asılması lazım. Bunun için de biraz çaba lazım haliyle. Offff ne kadar da çok şey lazım. Evin reisi olmak da ne zor şey. Alışık değiller tabi böyle olmasına, bunları yaparken herhangi birinde sorun da çıkınca seyreyleyin olayları. Hırs yapılır, ve kanın son damlasına kadar çabalayarak sorunun üstesinden gelmeye çalışılır. Serde erkeklik olduğu için de eninde sonunda başarılır ve haklı bir gurur duyulur. Öyle zevkü sefa düşünecek vakit yok, tek düşünülen akşam vida eksik olduğu için tam takılamayan bir kapak olabilir artık. Erkekler böyle, özellikle de taze ev erkekleri olarak tabir edebileceğimiz yeni nesil kocalar…Aslında içten içe hoşlarına da gidiyor. Her ne kadar görünürde kabus gibi görseler de, herhalde genlerden gelen bir şey olsa gerek, bir çivi duvara çaktıklarında, bir kablo çektiklerinde, bir klozet kapağı monte ettiklerinde ya da en basitinden bir ustanın başında durduklarında mutlu oluyorlar. Acayip gururlanıyorlar. Hiç alışık olmadıkları şeyler olduğu için zor ama enteresan geliyor, hatta işlerden biri bitince hoop gelsin öbür iş diye, deli fişek evin içinde dolaşıyorlar. Amatör hevesi işte. Beceri potansiyeli ve motivasyon had safhada, yılmak yok, durmak yok. Neyse devamı gelsin, motivasyonları hiç kaçmasın inşallah.

MUTFAK İNSANI


Yepyeni yıla girerken son zamanlarda bana musallat olan yeni halimden bahsetmek istiyorum.Tam ev hanımı oldum artık. Kendimle içten içe gurur duyuyorum. Hatta içten içe gururu da bir kenara bıraktım, uluorta da gurur duyuyorum. Evimiz hep topludur, şu yemeğim de hiç fena olmadı ne yalan söyleyeyim, bilmemkimleri yemeğe mi çağırsak acaba falan diye takılıyorum ortalıkta. Benim bilgisayardan en çok girilen siteler bu ara en çok yemek tarifi içerenler. Her akşam yeni bir yemek uygulaması için giriyorum mutfağa. Aldığım sebzeleri ziyan etmeyip, bir şekilde pişirince içim huzur doluyor.Yılbaşı için yılbaşı kurabiyeleri hazırladım, sadece şekilleri noel baba, melek, çam ağacı olmakla kalmadı, üstelik gıda boyaları ile değişik renklerde karışım hazırlayıp boyadım. Bir süre sonra darallar bastı tabi, anladım ki mutfakta olmak güzel ama parmak kadar kurabiyenin üzerinde ince resim çalışması yapmak bana göre değil :) Sonra yılbaşı partisi yapan arkadaşımın evine götürmek için bir şeyler hazırladım. Tadına bile bakmadım, tabağıyla götürdüm. Birilerinin hmm ne güzel olmuş, kim yaptı bunu demesi acayip hoşuma gitti. Ben ben diye atıldım tabiii.Hatta suyunu çıkardım, yiyenlerin tepesinde dikilip yorum beklemeye devam ettim.Tarifini soranlara göğsümü gere gere anlattım, haa tabi bir de kendi keşfettiğim püf noktalarına da değinmeden geçemedim. Şekerim fırında bilmem kaç dakika daha tutman lazım diye bilmişlik bile tasladım.Fırınımı geçen 1 sene boyunca 2-3 kere falan kullanmışımdır, bu ara haftada 1-2 kere kullanıyorum. Kendim yemekten çok, başkalarına yedirmek en büyük keyfim haline geldi.Hele de ailem tarafından geçer not alınca değmeyin keyfime. İçimde bastırılmış bir yemek pişirme gücü varmış da ben farkedememişim.Rahmetli anneannemin tok insanı bile doyurmak gibi bir huyu vardı. Tokluğu asla kabul etmez, mutlaka tadına bakılsın isterdi. Yavaştan yavaştan ona çekmeye başladığımı hissediyorum. Birilerini doyurayım, herkes yemeğime bayılsın, beğenildikçe daha da çok yapayım istiyorum. Kanımda varmış meğersem, sadece ortaya çıkacağı zamanı bekliyormuş, neyse ki çok geç kalmadı:))

Sunday, January 4, 2009

HERKES AYNI


Ortaokul mezuniyetinde çekilmiş kepli resmim var. Saçlarım uzun ve tabii ki şekilsiz (o zamanlar ortaokul kızları şimdiki gibi süslü değildi, modelsiz dümdüz saçlarım vardı) saçlar, kalın kaşlar, eblek bir bakış...Eblek demekle belki kendime fazla haksızlık ettim, saf diyelim. Şimdi o resim ne zaman elime geçse, çirkin ördek yavrusu diye dalga geçerim kendimle. Bu resmi gören tüm aile fertleri de aynı şekilde:) Sadece o değil, bir sürü ergenlik resmim var tabi. O zamanın modası olan ama şimdi garip karşılanacak kıyafetler, dolma şeklinde sarılmış kahküller, genç kız olma yolunda kendini paralayan bir çocuk. Yalnız değilmişim. Angelina Jolie’nin ergenlik resimlerini gördüm geçen gün gazetede de o bile böyle olduktan sonra benim durumum iyi bile sayılırmış dedim.O da aynı benim gibi kalın kaşlar, tuhaf kıyafetler içerisinde objektiflere poz vermiş. Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, muhtemelen de o an dünyanın en muhteşem kızı olduğuna inancı tam. O ruh halini iyi bilirim. Takı takmanın suyunu çıkartıp renkli bilezikleri, çeşitli yüzükleri ve küpeleri birlikte taktığım zamanları bilinçaltı sandığımdan çıkarttığımda çok güleceğim geliyor.Yaz tatillerinde sabah, öğle, akşam ayrı kıyafet giyip sürekli takı değiştirdiğim zamanları net hatırlıyorum ve ne kadar rüküş olduğumu biliyorum. Ha o zaman muhteşem olduğumu düşünüyordum orası ayrı. Ama bu genel olarak o yaşların sorunu. Bilinçsizce kendi tarzını yakalama çabası. Tarz dediğin gökten zembille inmiyor ki, kendin zamanın modasına uyarak çıkartmak durumundasın. 90lı yılların başları da tarz açısından çok matah yıllar olmadığı için bizim kuşağın tarzını varın siz düşünün.Yine de o zamanlar için belki de iyiydik kimbilir, şimdi bakınca gülünç gelse de en azından çabam takdire şayandı...Angelina Jolie’ nin, dünyanın en seksi kadınının bile aynı yollardan geçtiğini düşününce doğru yolda olduğumu düşünüyorum:)

Saturday, January 3, 2009

ŞEKERLİ ÇİKLET


Vivident’ in çikletleri var. Hani şu çilekli, böğürtlenli, meyve sulu olan çikletler. Ben onlara bayılıyorum. Atıyorum çantama bir kutu, sıkıldıkça atıyorum ağzıma bir tane.. Ağzım hem tatlanıyor, hem de meşgul oluyor. Ama minicik çiklet zaten... Hemen tadı kaçıyor, sıkılıyorum. Onu atıyorum, bir süre sonra bir tane daha çiğnemeye başlıyorum. Onun da tadı gidiyor, hop bir tane daha. Bu böyle sürüp gidiyor.Yapılan açgözlülük, doyumsuzluk bir çiklet içinse iyi, ama peki ya ilişkiler içinse.. Yani ilişkiler bu kadar kolay harcanabiliyorsa, tadı kaçınca, hop diye atılıveriyorsa ne olacak? Çikletlerin sesi yok belki ama, kalbi kırılan biri için aynı şey geçerli mi?Zamane sakız ilişkiler devri. Sakız derken yapışkan olan ilişkileri değil, çiğnenip çiğnenip atılanları kastediyorum. Sanki çikletleri büyük bir heves içinde alanla, tadı kaçınca atan aynı kişi değilmiş gibi bir pişmişlik, bir rahatlık. Duyguların hepsi yanar döner. Bir hissediliyor, bir hissedilmiyor. Nabza göre şerbet kimi zaman, kimi zaman da işine geldiği gibi hissetmek, hatta hissettirmek. Ortaya bazen alevli meyve gibi aşk gelir, ilginçtir, parlıyordur. Meyveler düzgünce ve farklı şekillerde kesilmiştir. İki taraf da hem meyvesini yer, hem de görüntünün keyfini çıkarır. Ama bir taraf daha uyanıktır. Hem karşısındakiyle olmanın keyfini yaşıyor gibi yaparken, çaktırmadan hızlı hızlı meyvelerini yer, karnı doyar, hevesi geçer. Oysa ki karşısındaki aslında alevli meyve için değil, karşısındaki için oradadır. Yani meyvelerini daha yememiştir bile. İşte bu kişi daha meyveleri yemeğe devam ederken, yiyip yiyip tıka basa doyunsa, garsona bir kaş göz yapar, daha meyvesini bitirmemiş olanın daha “Hop hop durun ne oluyor, ben daha yiyordum” demesine kalmadan tabak gider. Nasılsa yiyen yiyip hevesini almıştır, yemeyen de dona kalmıştır. Fonda çalan romantik bir müzik de kesilir, nasılsa artık bir anlamı kalmamıştır. Peki ne yapmak gerekirdi? Karşındakini boşverip, meyveleri çiğnemeden yutup, hemen masayı terketmek lazımdı. Ne ortamın, ne de müziğin yumuşaklığına aldanmadan, hatta hesabı bile karşı tarafa bırakarak, oradan koşar adım gitmek..... Hoş aslında en iyisi o restorana girmemek, ama insan bir kere girmiş bulunmuşsa, başka çözüm kalmaz bana kalırsa. Yoksa ödenecek hesap başına patlayabilir.

Friday, January 2, 2009

SİNSİ ETKİ



Herkes yazdı. Ben de yazmadan olmaz. Issız Adam da Issız Adam. Aynı film konuşuluyor her yerde. İzleyenler izlemeyenleri ayıplıyor. Gitmek farz oldu bana. Dolayısıyla yazmak da. O yüzden yazıyorum. Nasıl desem bilmiyorum. Ooo mutlaka görmek lazım bir film değil. Yani aslında biraz da öyle. Bilemiyorum. İnsan izlerken öyle acayip beğenmiyor. Vay beeeaa filme bak denmiyor. Çekim, kurgu, oyunculuklar falan kusur bulunuyor. Niye burası öyle, niye şurası şöyle diye eleştiriyorsunuz. Hatta bir an geliyor, ya bu kadar da abartılacak durumu yokmuş, millet de ne kadar abartıyor diyorsunuz. Haa ama sonunda ağlamak garanti. Boğazınıza bir şey düğümleniyor. Hadi ben zaten sulugözlerin başını çeken bir tipim de, birlikte izlediğim arkadaşım öyle kolay gözyaşı dökenlerden değildir ama o bile ağladı. Neyse çıkıyorsunuz filmden. Fena film değildi ehh işte falan diyorsunuz, sonra eve geliyorsunuz. Ama boğazınızdaki düğüm hala orada. Hani tek bir bahanede hüngür şakır başlanabilir tekrar ağlamaya.Yaa neyse alt tarafı bir film deyip geçiyorsunuz. Sabah oluyor, o uyku sersemliği arasında sahneler kafanızda çakmaya başlıyor. Keşke şöyle olsaydı, aptal adam, oh oldu, ama kız acaba doğru mu söylüyor diye kafanızda kurgulayıp duruyorsunuz. Şöyle söyleyeyim bu film insana kaba bir tabir olacak ama, sonradan koyuyor:) Etkisinden bir kaç gün kurtulunmuyor. Üzerine bir de nostaljik müziklerini de dinlerseniz, herhalde bu etki bir haftaya uzar. Benden iki hafta önce izleyen bir arkadaşımda, bu süre iki haftayı bile buldu. Dedim bende mi bir anormallik var, hiç böyle sonradan yan etki yapan film olur mu diye ama, benim çevremde izleyenlerde hep aynı etki. O yüzden bu filme ister büyük bir beklentiyle gidin, ister sıfır beklentiyle, her şekilde sarsılacaksınız. Kaçarı yok:)

Thursday, January 1, 2009

FİLTRENİN AYARI KAÇARSA




Aşk olunca gözlere inen filtreden bahsetmeyi planlamıştım kafamda ama birden yazmaya başlayıp yazma moduna geçince aslında tüm algılarımıza bir şeyler olduğunu farkettim. Bunu hiç duymamış, gazetede, dergide okumamış ya da bir filmde hiç seyretmemişim gibi. Çok aşık olmanın böyle etkileri olduğunu sanki ben keşfetmişim gibi. Bu inen filtreler çeşitli işte.. Yani sadece göze ineni yok. Dokunma duyusuna, kulaklarına, burnuna inenleri de var. Gözüne taktığın yeni filtreyle garip bir ruh hali içinde bakmaya başlıyorsun mesela. İzlediğin film çok eğlenceli olabiliyor, kötü hava sanki güneşliymiş gibi görünebiliyor. Tabi bulutları görüyorsunuz ama içiniz hiç de sıkılmıyor. Ondan güzeli yok artık etrafta. Varsa da ne farkeder!Hiç hoşunuza gitmeyen, kulaklarınızı tırmalayan çok sıkıcı bir konser sırf yanınızda o var diye unutulmazlar arasında yerini alıyor. Yalnız gidilmiş olsa aşırı sıkılınacağından direkt unutulacaktı. Evde baymak ne güzel, ama soğuktan donarak dışarda gezmek de. Buluşmaya giderken girilen trafik gibisi yok. Evet çok yoğun ama bu yol ona mı götürüyor, o zaman bu yol en şahanesi. Herşey güzel, herşey eğlenceli. Her müzik güzel, her yemek nefiss, her şaka komik, her koku mis. Herşeyin tavanlarında gezinmece. Ama düşüşü de kötü. O gezilen tavanla, düşülen taban arasında o kadar da mesafe yok aslında. En ufağından olumsuz bir sözde çok üzülme, paranoya yapma. Herşey gibi alınganlıkta da tavan bölgesi. Mutluluk da en alasından, kırgınlık da. Sevme de, kızma da. O en değerli diye duygularda da enler yaşanıyor. En çok sevenle en çok kızılan aynı kişi oluyor. En fazla güldürenle en fazla ağlatan. O kırılmasın diye elden gelen yapılırken, kalp kırma şiddetinde rekorlara imza atılıyor. Sinirlenmesin diye taklalar atılırken, sinir teline en sert basmak da en kolayı.Tüm duyulara dışarıdan gelen keyifsiz durumları tam tersine çeviren filtreler takılıyor da, bu filtreler ondan gelenleri hiç tersine çevirmemiş gibi üstüne üstlük, bire bin katıyor. Mutluluk da o demek, mutsuzluk da. Birbirinin herşeyi olmak böyle bir şey galiba.
Related Posts with Thumbnails