Saturday, January 31, 2009
GİTMEYE NE HACET
Friday, January 30, 2009
KART TUZAĞI

Thursday, January 29, 2009
BU DA BENİM TANIMIM

Wednesday, January 28, 2009
BAŞKA İNSAN MANZARALARI

Monday, January 26, 2009
AH ESKİLER VAH ESKİLER !...

Sunday, January 25, 2009
YÜZDE ENDİŞESİ

Kadının yeri neresidir? Bu sorunun cevabını nedense bizzat kadınlardan çok erkekler biliyor. Genelde de bu cevap bizzat içinde yaşadığı, çocuklarının peşinden koşturduğu, her hafta temizlemesi gereken (başkası yapıyor bile olsa), mutfağında yemek yaptığı dört duvarlı evi oluyor. Kendi evi. Ama bu soruyu kadının kendisine sorsanız cevap farklı da olabilir. Belki açma hayali kurduğu bir dükkan, gitmeyi hayal ettiği bir ofis, okumak istediği bir okul... Ama emin olun bir kadına senin yerin neresi deseniz, ilk verdiği cevap evi olmayacaktır. En azından vermeyi tercih etmeyi cevap bu olmaz. Her kadının sevdiği bir ailesi ve sorumlulukları olabilir. Kimin yok ki? Hem bu sorumluluklar tuhaf bir keyif de veriyor, her ne kadar bazen zorlayıcı olsa da... Genlerimize işlenmiş herhalde. Sıcak bir yemek hazırlayınca, ya da evi biraz toplayıp, hafif bir yorgunlukla koltuğa kurulunca hoşunuza gidiyor. O yemeği biri iştahla yediğinde, ya da bu ev mis gibi olmuş dediğinde içiniz bir hoş oluyor. Daha iyisini yapmak istiyorsunuz. Hepimizin içinde bir parça ev kadınlığı var. Kimimizde daha az, kimimizde ise haddinden fazla. Ama genlerimize işlemiş bu durumun bir kader olması, erkeklerin de bu genetik zaaftan faydalanması hiç mi hiç gerekmiyor. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu tarafından yapılan araştırmayı gördünüz mü? 10 genç kızdan 7’si ne okula gidiyor, ne de çalışıyormuş. Yani boşa geçirilmiş, ve bu mantıkla da devam edildiğinde boşa geçirilmeye devam edilecek bir ömür. Bugün bu dünya için ne yaptım diye düşünüldüğünde, verilecek cevabın koskoca bir sıfır olması durumu. En içerikli cevap güzel bir kanaviçe yaptım, televizyonda iki yemek öğrendimden ileri gitmez. Araştırmanın sonuçları sadece kızlarla da sınırlı değil. Rakamlar iç karartıcı. Türkiye'de 15-29 yaş grubundaki erkek ve kızların yüzde 35'i atıl durumdaymış. Çalışmayan, okumayan... Hayatta amacı olmadan, ne kendine ne de etrafına bir faydası olmadan yaşayıp giden. Erkeklerden vicdandan hiç nasibini almamış olanlar gizli güçlere tetikçi oluyor malum. Kızlar da evde vakti çürütüyor. Genç nüfusun üçte biri böyle karanlıkta yaşarken, herkes bir olmuş çene altı, kamu içi- kamu dışı alan tartışması yapıyor. Ama başka bir çalışma aslında türbanın okumaya tek ve en birinci neden olmadığını gösteriyor. Liseden sonra okunması nedenleri arasında yer alan türbanla okula girilmemesi nedeni, sınavın kazanılamaması, ailesi tarafından daha fazla okumaya izin verilmemesi, maddi durum yetersizliği gibi bir sürü nedenden sonra ancak sekizinci sırada yer alıyor. Okullarda türban yasağı bence baştan yanlıştı. Yasaklar nedeniyle bugünkü ortama geldik belki de. Yıllarca önce yapılan bir yanlış, şimdi hepimizin karşısına dikildi. Belki hiç yasak olmasa, bugün kimsenin tek laf etmeye hakkı olmayacaktı. Ama şimdi tartışacak bin türlü şey varken, ah kızlarımız türbandan okuyamıyor diye samimiyetsiz çığlıklar atılırken, aslında türbandan önce okula gitmeyi engelleyen problemleri görmezden gelmek herkesin kolayına gidiyor. Genç nüfusun yüzde kaçı atıl, kız nüfusunun yüzde kaçı ev kızı, erkeklerin yüzde kaçı tetikçi olunca akıllar başa gelecek, çok merak ediyorum, endişe ediyorum...
Saturday, January 24, 2009
ANKET MASUMİYETİ

İlk gençlik çağındaki gençlerin birbiri hakkında bilgi toplamaları için hazırlanmış anket defterleri vardı. Çiçekli böcekli kapaklı, yaklaşık 30 sorudan oluşan defterler. Arkadaşlarınıza verirdiniz, doldururlardı. Şöyle sorular vardı mesela: Nasıl bir evde yaşamak istersiniz? Beğendiğiniz şarkıcılar? Beğendiğiniz oyuncular? En etkisinde kaldığınız film? Bir erkekte-kızda neleri beğenirsiniz? Sevdiğiniz bir var mı, sakıncası yoksa adı? Büyünce ne olmak istiyorsunuz? Yani o zamanlar eğlenceli gelirdi de, aslında şimdi düşününce resmen ömür törpüsü. Yaz yaz bitmez. Daha ziyade sınıflarda birbirlerini beğenenler için hazırlandığını düşünüyorum ben bu anketlerin. Çünkü birbirinden hoşlananların kendilerini ifade etmeleri için bulunmaz hint kumaşı, eşi benzeri bulunmaz sosyalleşme malzemeleriydi bu defterler. Bir kızın-erkeğin karşı cinsten birine ‘Anket defterime yazar mısın?’ demesi, lütfen ‘Sevdiğiniz biri var mı, sakıncası yoksa adı?’ sorusuna benim adımı yaz demekti aslında. Tabi o zamanlar internet, cep telefonu falan yok. Şimdikine kıyasla ilkel sayılabilecek metotlarla herkes yolunu buluyordu bir şekilde. Hala ortaokuldakiler bu anket olayına takılıyorlar mı bilmiyorum aslında, ama zannetmiyorum. Beğenilen filmler mafya filmleri, özenilen insanlar kolay yoldan para kazananlar, beğenilen şarkıcılar en çok soyunanlar oluyor artık. Oturulmak istenen evler de en pahalıları. Aşk meşk konusunda da şimdikiler daha girgin, daha atılgan ve daha cesur. Hatta çoğu zaman olmaları gerektiğinden, haddinden çok çok daha fazla. Biz mi fazla masumduk, şimdikiler mi biraz cozutuk bilmiyorum, ama sanki ikinci şık daha olası.
Friday, January 23, 2009
BIZ DE DUR DIYELIM
Hani üzmeyen Hüseyin.
Taciz ettigi iddia edilen çocugun ( cümlenin kendisinden hayır yok zaten) ruh saglıgının yerinde oldugu raporu verilmişti. Hüseyin Bey de şeytana uydum demişti.
Ama ben asıl karısının pişmiş pişmiş kameralara sırıtışını unutamıyorum, hatırladıkça midem kalkıyor.
Tabi bunu yapan tek o degil. Gün geçmiyor ki, bir çocugun bu tip igrençliklere maruz kaldıgını duymayalım.
Geçenlerde bir mail aldım, düzenlenen bir kampanya ile ilgili. Bu linke tıklayın siz de destekleyin.
Vicdanı olan bizlere çok iş düşüyor.
Ayşe Arman da el attı konuya. Yogun bakımda tacize ugramış bir genç kızın hikayesinden bahsediyor. Utanmayıp açıkladıkları için ne kadar dışlandıklarından. Ne acı ki, o kadar ikiyüzlü bir toplum ki bizimkisi, kurbandan çok suçluyu destekler davranışlarda bulunuyor. Söyleyince suçlusun.
A.Arman bir de, bu tip olaylara maruz kalmış ama şimdi büyümüş kadın olmuş kişilerin anlattıklarına yer veriyordu bir süre önce. Okumak yürek ister, o kadar söyleyeyim. Babalar, dayılar, sapıklık gırla gidiyor. Akıl alır, inanılır gibi degil.
Sokaktan öylesine kız kaçırıp, tecavüz edenler, sonradan da öldürenler var mesela. Bunlar sapık, bunlar katil. Ruh hastası, psikopat diyoruz öylelerine. Affedilir gibi degil, ama bir sebebi vardır belki. Belki onun da küçükken benzer bir olay gelmiştir başına.
Ama insanın kanından canından olanlar ne oluyor bu durumda. Sapıktan öte sapık, hainden öte hain. Mide bulandırıcı, affediler gibi degil.
Amacım sokaktan birini kaçıranları korumak degil tabiiki. En agır cezalara hakediyorlar. Ancak bir çocuk akrabasından, büyügü bildigi birinden böyle bir muamele görüyorsa, o kişiye de verilmesi gereken bir ceza olmalı.
Çocukların hayatı, çocukların geleceginin bir garantisi olmalı, zarar görenler dışlanmak yerine bagırlara basılmalı, tedavi edilmeli. Ömrü boyunca taşıyacagı kırgınlık, kızgınlık bir nebze olsun azaltılmalı.
Bahsettigim kampanya "ÇOCUK İSTİSMARINA HAYIR" kampanyası...
Ben biraz geç de olsa katıldım, siz de katılın, bu igrençlige hepimiz bir dur diyelim.
Belli ki nefsine hakim olamayan, Allah korkusu olmayan bu insan olmayan varlıkların kendilerine dur diyecek güçleri yok.
Thursday, January 22, 2009
YENİ MİSAFİR MODU

Eski misafirlikler nerede kaldı? Günler öncesinden haber verilen, müsaitseniz annemler size gelecek tadındaki gezmeler. Önceden telefon edilir, müsait akşama karar verilir, yemek sonrası çay saati gibi gelinir, çay börek eşliğinde sohbet muhabbet edilirdi. Bir de sık sık yapılırdı bu ziyaretler. Amaç birbirini görmek, hasret gidermekti. Herşey gibi bu misafirliklerin de içeriği değişti. İnsanlar zaten sürekli mesaj, e-mail trafiğinde olduğu için birbirini o kadar da özlemiyor. Özlüyor belki de, özlediğini anlamıyor. Bu toplaşmalar için çok hazırlık falan da yapılmıyor. Hazır yemekler, aperatifler. Nerede kaldı elde yapılmış pastalar, kekler. Artık çaylar bile demleme değil, sallama. Bilmem ne filminin dvd’sini aldık, hadi onu izleyelim diye geliyor davetler. Film koyuluyor, ortalama 2 saat. Zaten gece yarısı oluyor, haydi görüşürüz. Böylece haftalardır, aylardır görüşmeyenler görüşmüş oluyor belki ama paylaşım film için beraber heyecanlanmak ya da filme beraber gülmekten ileri gidemiyor. E tabi filmleri böyle evin rahat ortamında seyretmeye de alışıldı mı zaten, cümbür cemaat sinemaya gitmeye de üşeniliyor. Ne misafirlik kavramı kaldı, ne dışarı çıkma. Artık herkes birbirini ikisinin ortası bir ortamda görüşüyor. Evler sokağa çıkmışsınız gibi bir eğlence merkezine dönüşebiliyor, ev rahatlığında sokak, insan daha ne istemez. Ama eski samimiyet kaldı mı, bilmem, onu düşünmek lazım...
Wednesday, January 21, 2009
EBRU ŞALLI SENDROMU

Keşke onun gibi mükemmellik takıntım olsaydı dedim içimden, bir iki hareket çabam oldu ama geceliğimle halının üstüne yatamadım :pp, zaten hareketlerde başarılı olmak için bayağı bir çalışmış olmak lazım yani. Neyse pilatesten, milatesten vazgeçtim derken, pilates programından konuklara geçti. Konuklarla da sağlıklı yaşam maşam , dengeli beslenme falan bay geldi ve ben sağlıksız kahvaltımın başına geçtim, ( biraz peynir,bi dilim ekmek,bir fincan çay) ama kendimi berbat hissetmeye devam...neyse dört dörtlük Ebru hanım öğleden sonra Deryalı Günler programının konuğu olarak tekrar karşımızda, ahçının makarnayı pişirmesini bekliyor, acıkmışmış, makarnayı çok rahatlıkla yiyebilirmiş çünküm sabah1 saat pilatesini yapmış, ara öğün meyvasını yemiş, yeşil çayını içmiş o yüzden tamammış yani...
Bilmem kaç baskı yapan kitapları, yeni üretmeye başladığı çiçekli çocuksu taçları ( hep kafasında) , pilates hocalığı, yemek uzmanlığı, aşkı kocası, anneliği ve aklıma gelmeyen diğer yaptığı işlerle yurdumuzun Victoria Beckham' ı olarak dört dörtlük imajıyla evlerimizden çıkmayacağa benzer. Çekememezlik değil benimkisi, doğal bir kadın gibi davranabilse ve birazcık mütevazı olabilse belki severiz biz de yerli Victoria' mızı...
O ARTIK RESMEN BAŞKAN !...

Tuesday, January 20, 2009
GENETİK ESTETİK

Monday, January 19, 2009
KAFA ÜTÜLÜYORUM...

Taşındığımızdan beri o geliyor. 5 ay falan oldu yani. Ütü yapıyor. Memnunum genel olarak ama geçen sefer bir bardak kırdığından ve bana söylemediğinden şüpheleniyorum. Aslında malı kıymetli bir tip değilim, ama ben olsam kesin söylerdim dediğim şeylerin bana söylenmesini bekliyorum. Çünkü takınca takanlardan olduğum için evde dört dönüp, nerdeki bu bardak diye arandım. Bugün evi arayıp, ya kırıldı mı ona göre takımı bozmamak için yenisini alacağım diyecektim, unuttum... Öyle saf saf dolandım ki evde, yatağın altına bile baktım, hani gece yanımıza su alıyoruz, bir şekilde yere koyduk, kaldı mı öyle diye. Söyle hele, sen sağ ben selamet, canı sağolsun, Allah'ın cam bardağı. (Hoş tabanı böyle çiçekli falan pek şekerdi:pp). Ama diyorum ya, ben olsam söylerdim. Yine de hakkını yemeyeyim, gardrobumun içini mum yapmış mum, valla öyle düzenli görünce kendimden utandım. Herşey yerli yerindeydi ama onun yaptığı olmuyor işte. Sağolsun varolsun :)
Neyse bir önceki evimizdeki kadın, o evin sahibinin kadınıydı. Yani güvenilirlik tam. Biz anahtar verdiğimiz için en azından tanıdık birine geliyor olması kesin koşul. Eski apartmandakilerin çoğuna da o geliyordu. Ütü de yapıyordu. Fakat nasıl geniş kadın. Kafasına göre bazı yerleri yapıyor, bazı yerleri şişiriyor. Bir de asla ev toplamazdı. Bizim ev dağınık değildir aslında ama örneğin sabah pijamamı alalacele çıkarıp, dürüp sandalyede bırakmışım mesela. Ev temiz, ama o pijama sabah bıraktığım gibi aynen duruyor. Örneğin laptopu pufun üzerinde bırakmışız, aynen duruyor. Santim oynatmamış. Bazen halıların altını veya az kullanılan bir odayı süpürdüğünden ( malikane değil canııım o ev 4 odaydı, şimdi 3) şüphelendiğim için test yapardım. Halının altına ufak bir toz parçası, odanın halıfleksine bir iplik parçası gibi. Neyse o konuda bir açığını yakalamadım. Sonra yeni eve taşınırken devam edelim dedim, kocama sorayım, gelebilir miyim car curt. Geleceği mesafe de öyle aman aman bir yol değil. Soruş o soruş, bir daha aramadı beni. Ayıp etti…Hatta her hafta alsanız 65 olurdu ama siz iki haftada bir alıyorsunuz diye 70 alıyordu. Yuhhh diyorum hala. Gelmeyeceksen de gelmeyeceğini haber ver bari. Ben de mel mel bekliyorum, ha bir gün ha yarın arayacak. Kek kafam.
Fakaat benim bir numaram ilk kadınımdır. Ben evlenmeden önce 1 sene çok yakın arkadaşlarımdan biriyle yaşadım. O da ayrı bir yazının konusu olsun. Oraya da yine çok yakın bir arkadaşıma gelen bir kadın geliyordu. Ya nasıl eli çabuk, nasıl temiz. Bir de biz iki kızdık ya, söylemesek de bize yemek yapardı. Ütü de yapıyordu. En komik yanı evi öyle kafasına göre toplardı ki, benim eşyalarım arkadaşımın dolabından, onunkiler benden, ev terlikleri bir yerlerden çıkardı. Ama ben evlendikten sonra haftaiçi çocuk bakmaya başladı, haftasonları da bana uymuyor diye ayrıldık. Çok düzgün kadın valla, bir gün çocuğum olsa da bakacak birini arasam onu düşünürüm.
En son olarak kocamgilin benim kadınlara yazdığım notlara çok güldüğünü belirtmeden geçemeyeceğim. Böyle emir kipi bir tip olmadığım için nasıl rica minnet notlar, yaparsınız sevinirimler, zahmet olmazsalar. Camların bir kısmını bu sefer, kalanını diğer sefer silerseniz çok mutlu olurumlar. Duyan bedavaya iş yaptırıyorum sanır. Mesela bardak mevzusunu not olarak yazacaktım da, telefon açayım tüm nazik ses tonumla sorayım, yanlış anlaşılmasın dedim, yarım aklımla unuttum onu da.
Ohooo çook uzatmışım ben konuyu yahuu, o zaman bu yazıdaki anahtar kelimeleri bulun, benden size ütü hediye:)))
Sunday, January 18, 2009
DAMPERLİ GELİN
OLABİLDİĞİNCE BASİT

Saturday, January 17, 2009
DERDİMİ SEVEYİM

Friday, January 16, 2009
BIR BILMECEM VAR

El Kaide...
11.Eylül...
Taliban...
Şeriatiın en alası...
Sarı bir gökyüzü...
Ortalığın toz duman olduğu, askerlerden ve başı sarılı talibanlardan oluşmuş bir insan topluluğu...
Ön yargı had safhada.
Mesela bayram tatilini geçirmek için Afganistan’a gitmek isteyeni duydunuz mu?
Hangi doğal güzelliğinden haberdarsınız? Ya da yemeğinden?
Peki ya uçurtmalarından, uçurtma yarışmalarından.
Sadece ölüm korkusu ve savaşın olduğu bir ülke olduğunu düşünüyoruz.
İnsanın aklına orasının da birilerinin vatanı olduğu gelmiyor hiç.
Ben şimdi öyle bakamıyorum.
Çok kısa zaman arayla ABD’de yaşayan Afgan bir yazarın romanından uyarlanan bir filmi izledim, bir de aynı yazarın başka bir kitabını okudum. Filmden sonra boğazıma oturan yumruğu anca yutmuştum, kitabı okuyunca o yumruk tekrar yerleşti. Hem de çok daha büyüğü.
Film Uçurtma Avcısı’ydı. Afganistan parantezinde bir arkadaşlığı, siyasi değişimlerin masum insanların hayatına nasıl bir darbe vurduğunu, nasıl perişanlıklara neden olduğunu anlatıyordu.
Kitap ise daha beter.
Bin Muhteşem Güneş.
Afganistan’da kadın olmanın tarihçesi.
50’li yıllardan günümüze.
Değişim dramatik.
Okuyan, çağdaş kadınlardan, erkeksiz burnunu bile dışarıya çıkaramayan, en hafif cezanın taşlanmak olduğu yeni yüzyıl kadınları.
Kuma olmak sıradan, dayak yemek günlük hobi, aşağılanmak, tacize uğramak zaten bilindik şeyler.
İki eserde de eski yıllarla bugün çok güzel karşılaştırılıyor.
O zaman Afganistan’ın tarihi, mutfağı, doğal güzellikleri ne kadar fazla olan bir ülke olduğunu anlıyorsunuz. Bir sürü edebiyatçıya, sanatçıya, medeniyete ev sahipliği yapmış.
Ama şimdi bir bakın.
Tarihi bile olmayanlar tarafından işgal ediliyor.
Yolundan şaşmış insanların elinde oyuncak olmuş.Gelecek yıllar daha olumlu gelişir de umarım, gelecek nesiller Afganistan’ın gerçek tarihinden haberdar olurlar. Son yıllarda yaşananlar insanlık ve gerçeklik dışı çünkü.
Tuesday, January 13, 2009
BUGÜNÜN HİKAYESİ

Monday, January 12, 2009
BEYAZ SENDROM

Sunday, January 11, 2009
CUMARTESİ NAPTIM?

Friday, January 9, 2009
KONUŞMANIN BU KADARI

Konuğu ünlü psikiyatrist Yankı Yazgan. Öyle böyle değil, adam üstelik de profesör.
Ben de konuk hatırına izlemeye başladım. Bari kulağıma iki faydalı kelam girsin diye.
Günümüz çocuklarının gidişatı ve okulla olan ilişkileri konusunda hararetli bir konuşma yapıyorlar.
Daha doğrusu Hülya Avşar konuştukça konuşuyor, konuştukça konuşuyor. Ve tabii kimse ona dur diyemiyor. Yankı Yazgan’ ın tipini falan bilmesem, bu Avşar kızı kime böyle bilgelik yapıyor diyeceğim.
Size şöyle söyleyeyim, zaten toplasanız kaç dakikalık bir program, rahat bir beş dakika hiç durmadan fikir beyan etti.
Kendi soruyor, kendi cevaplıyor. Değil mi diyor, sonra karşısındakinin cevap vermesine fırsat vermeden kendi görüş bildirme seansına devam ediyor. Hah Yankı Yazgan tam burada araya girer dedim her seferinde, yok bölemedi adam.
İşin özü şu, Avşar’a göre çocuklar okulla çok haşırneşirmiş, hiç beyin jimnastiği, düşünce geliştirme falan fıstık tarzında aktivitelere vakit kalmıyormuş.
Neymiş bu aktiviteler dersiniz: Bilgisayar oyunları!..
Çünkü bu tip oyunlar zihni geliştirirmiş, farklı düşünmeyi sağlarmış...
Neyse ki Yankı Yazgan laf bu civarlardayken olaya bir dur dedi de, ben de derin bir nefes aldım.
Bu tip oyunların faydasından çok zararı olduğu, zaten çok standart ve değişmeyen bazı kurallar dahilinde yapıldıkları için hiç de beyin jimnastiği falan yaptırmadıkları, aksine çocukları düz düşünmeye ittiğini gayet cool bir şekilde anlattı. Üstelik tüm bunların tıbben de defalarca kanıtlandığı sözlerine ekledi.
Bizimki hiç bozuntuya vermeden aynen devam etti, ama şöyle söyleyeyim ne dese Yankı Yazgan bir cevap yapıştırdı.
Neyse sonuna kadar dayanamadım ben. Ama Yankı Bey’in verdiği cevaplarla sunucuyu pohpohlamak yerine doğru bildiğini söylemesinin benim acayip hoşuma gittiğini itiraf etmeliyim.
Bir de tüm bunların üzerine gazetede Hülya Avşar’ ın kızına eskidikçe ayakkabı aldığını, şimdilerde ayakkabısı delindiği için almak zorunda kaldıklarını, yoksa gerekmedikçe bir şey almadıklarını, hiiççç doyumsuz yetiştirmediklerini anlatmış. Off demek istiyorum...
Thursday, January 8, 2009
RELAXXXXXX !...

Wednesday, January 7, 2009
GÜZELLER İÇİNDEN

Filmin kahramanı kızımız da, adı Olive, diğerlerine ne yapıyor bunlar diye bakarken, seksi dansta hepsine beş bastı. Tek farkla, ne yaptığının hiç farkında değildi.
Niye? Figürleri büyükbabasından öğrenmişti ve yaptığının sadece dans olduğun sanıyordu. Herkes onu performansı yüzünden ayıpladı. İkiyüzlülük tabi bu. Diğerleri suratlarında beş kilo makyajla kırıtırken herşey şahane. Ama o küçük hafif tombul kız, sadece dans ediyordu.
Neyse daha fazla anlatmayayım.
Zaten küçük kızların güzellik yarışmasına sokulmasına dayanamıyorum.
Gördükçe içim kalkıyor, süs bebeği gibi giydirilmiş kızların ( bu hallerinin ne kadar kendi bilinçleri dahilinde olduğu da tartışılır) sahnede kendini beğendirmeye çalışmaları.. Yazıktır.
Hoş sanki ben 3 yaşında yazlıktaki güzellik yarışmasına girmemiş de, bir de üzerine birinci seçilmemiş gibi:))) Haaaahaaa. Tacımı devretme şansım da olmadı, hatta tacım bile olmadı. Bir oyuncak helikopter hediye vermişlerdi. Ne alakaysa. Daha sonraki yıllarda yapılan yarışmaları önceki kraliçe diye şereflendirseydim, helikopterimi devrederdim bari.
Şimdi bu yarışmaları kınarken, kendisinin ne işi varmış demeyin, öyle mayolarla falan atmadım kendimi sahnelere. Annemler itfaiyeci şapkası desenli bir kumaştan yeşil bir elbise dikmişlerdi.
Yani kısaca itfaiyeci şapkası desenli yeşil bir elbiseyle o zamanki nüfüsu bir avucu geçmeyen yazlık beldemizde güzellik kraliçesi seçilerek hediye olarak oyuncak helikopter aldım. Ben bu cümleyi neresinden tutayım.
Bu arada ödül töreni sırasında çekilen polaroid resim, şimdi salonun baş köşesinde çerçeveli duruyor. Söylemeden geçemeyeceğim:)
ASLINDA ZORLAŞIYOR

Tuesday, January 6, 2009
BABA GERÇEĞİ

Babalık, kızın evlendiği zaman boyut değiştiriyor sanırım. Zaten lokum olan baba daha da bir lokumlaşıyor, zaten düşkün olan baba düşkün ötesi bir hal alıyor. Babası kendisine çok düşkün olmayanlar için de, herhalde hayatları boyunca babalarının onlardan sakladığı şefkatin, kızını istemeden de olsa koruma iç güdüsüyle katlanarak artması şeklinde gözlemlenebilir. Tabi bir başka babasal avantaj da, kayınpeder sahibi olmanız. Sizinki de benimki gibiyse iki babanız olması son derece normal, hem de aynı derece de mutluluk verici. Benimkine geri dönecek olursak; benim babam lokumdu da, evlenmeye karar verinde daha da bir lokumlaştı, şimdi en üst seviyelerde. Eşim ona çok benziyor da neyse ki, kızım kızım olduğu kadar damadım da damadım şeklinde bir durumu da var. Kimi zaman pabucum dama atılıyor gibi hissetmiyor da değilim. Komik ama seçimimi farketmeden babamın bir kopyasından yana kullanmışım, yavaş yavaş anladım. Burçları aynı olduğu kadar huyları da aynı. Kızların babalarına benzer erkekleri seçtiklerini duymuştum. Bunun nedeni de şuymuş: Kızlar babalarıyla iyi anlaşıyorlarsa, onlara benzeyenleri seçerlermiş. Arası iyi olmayanların ise bu şekilde belirli bir tercihleri yokmuş. Babamla çatışmadım diyemem. Çok söz dinleyen, başına buyruk olmayan, munis bir tip olduğumu söyleyemem. Kızdığım tarafları da olmuştur kimi zaman. Sözünü dinlemediğim, fikrini sorsam da yine başıma dikime gittiğim zamanlar oldu. Fikirlerim çatıştı, haklı gördüğüm zaman da oldu, haksız gördüğüm zaman da. Ama farkında değilmişim, ben babamla çok iyi anlaşıyormuşum. Kızsam da bana batmıyormuş uyuşmayan taraflarımız. Başımın dikine giderken, en doğru şeyin kendi fikrim olduğunu zannederken, aslında içten içe hep onun onayını almak istermişim.Bunu biraz geç anladım ama neyseeee….O yüzden bayanlar seçimlerini şöyle bir gözden geçirirse, belki de genel tabirle çocukluklarına dönüp:) babalarıyla ne kadar anlaşabildiklerini anlarlar. Belki çok anlaşabiliyorsunuz zannederken hiç anlamıyorsunuz birbirinizi. Belki de benim gibi sandığınızdan daha uyumlusunuz… Bir bakın, sonuç şaşırtabilir.
Monday, January 5, 2009
YENİ NESLİN YENİ GÖREVLERİ





Yazık yazık çok yazık. Böyle mi olacaklardı? Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındayken birden bu kadar büyük bir değişim ruhlarında deriiiiin bir yara açar mı dersiniz? Kolay mı ya evin erkeği olmak? Evin erkeği olmak ne demek, evdeki teknik işlerin peşinde koşabilmek demek. Aile evlerinde bu görevin biçildiği bir baba olduğu için bilmezler tabi ne yapılması gerektiğini…Dünün pırlanta gibi çapkın, daha ziyade çıtır ve eğlence peşinde koşan gençlerinin şimdi ellerinde çekiç, tornavida ne büyük zorluklara göğüs gerip de evlerinin erkekleri olmasından bahsediyorum. Kablo takılması lazım, klozet kapağının değişmesi lazım, duvara ayna ve tablo asılması lazım. Bunun için de biraz çaba lazım haliyle. Offff ne kadar da çok şey lazım. Evin reisi olmak da ne zor şey. Alışık değiller tabi böyle olmasına, bunları yaparken herhangi birinde sorun da çıkınca seyreyleyin olayları. Hırs yapılır, ve kanın son damlasına kadar çabalayarak sorunun üstesinden gelmeye çalışılır. Serde erkeklik olduğu için de eninde sonunda başarılır ve haklı bir gurur duyulur. Öyle zevkü sefa düşünecek vakit yok, tek düşünülen akşam vida eksik olduğu için tam takılamayan bir kapak olabilir artık. Erkekler böyle, özellikle de taze ev erkekleri olarak tabir edebileceğimiz yeni nesil kocalar…Aslında içten içe hoşlarına da gidiyor. Her ne kadar görünürde kabus gibi görseler de, herhalde genlerden gelen bir şey olsa gerek, bir çivi duvara çaktıklarında, bir kablo çektiklerinde, bir klozet kapağı monte ettiklerinde ya da en basitinden bir ustanın başında durduklarında mutlu oluyorlar. Acayip gururlanıyorlar. Hiç alışık olmadıkları şeyler olduğu için zor ama enteresan geliyor, hatta işlerden biri bitince hoop gelsin öbür iş diye, deli fişek evin içinde dolaşıyorlar. Amatör hevesi işte. Beceri potansiyeli ve motivasyon had safhada, yılmak yok, durmak yok. Neyse devamı gelsin, motivasyonları hiç kaçmasın inşallah.
MUTFAK İNSANI

Sunday, January 4, 2009
HERKES AYNI

Saturday, January 3, 2009
ŞEKERLİ ÇİKLET

Friday, January 2, 2009
SİNSİ ETKİ

Herkes yazdı. Ben de yazmadan olmaz. Issız Adam da Issız Adam. Aynı film konuşuluyor her yerde. İzleyenler izlemeyenleri ayıplıyor. Gitmek farz oldu bana. Dolayısıyla yazmak da. O yüzden yazıyorum. Nasıl desem bilmiyorum. Ooo mutlaka görmek lazım bir film değil. Yani aslında biraz da öyle. Bilemiyorum. İnsan izlerken öyle acayip beğenmiyor. Vay beeeaa filme bak denmiyor. Çekim, kurgu, oyunculuklar falan kusur bulunuyor. Niye burası öyle, niye şurası şöyle diye eleştiriyorsunuz. Hatta bir an geliyor, ya bu kadar da abartılacak durumu yokmuş, millet de ne kadar abartıyor diyorsunuz. Haa ama sonunda ağlamak garanti. Boğazınıza bir şey düğümleniyor. Hadi ben zaten sulugözlerin başını çeken bir tipim de, birlikte izlediğim arkadaşım öyle kolay gözyaşı dökenlerden değildir ama o bile ağladı. Neyse çıkıyorsunuz filmden. Fena film değildi ehh işte falan diyorsunuz, sonra eve geliyorsunuz. Ama boğazınızdaki düğüm hala orada. Hani tek bir bahanede hüngür şakır başlanabilir tekrar ağlamaya.Yaa neyse alt tarafı bir film deyip geçiyorsunuz. Sabah oluyor, o uyku sersemliği arasında sahneler kafanızda çakmaya başlıyor. Keşke şöyle olsaydı, aptal adam, oh oldu, ama kız acaba doğru mu söylüyor diye kafanızda kurgulayıp duruyorsunuz. Şöyle söyleyeyim bu film insana kaba bir tabir olacak ama, sonradan koyuyor:) Etkisinden bir kaç gün kurtulunmuyor. Üzerine bir de nostaljik müziklerini de dinlerseniz, herhalde bu etki bir haftaya uzar. Benden iki hafta önce izleyen bir arkadaşımda, bu süre iki haftayı bile buldu. Dedim bende mi bir anormallik var, hiç böyle sonradan yan etki yapan film olur mu diye ama, benim çevremde izleyenlerde hep aynı etki. O yüzden bu filme ister büyük bir beklentiyle gidin, ister sıfır beklentiyle, her şekilde sarsılacaksınız. Kaçarı yok:)
Thursday, January 1, 2009
FİLTRENİN AYARI KAÇARSA

