Wednesday, April 29, 2009

EL BEBEK GÜL BEBEK


Bütün canlılar üreme odaklı yaratılmış.
Nesiller oluşturmak için, hem de daha güçlü, daha güzel, daha başarılı kısacası ait olduğumuz nesilden bir kaç kat üstün nesiller.
Bu nesil oluşturma güdüsünün yanına bir de bonus olarak evlat sevgisi denen bir şey vermişler.
Nesliniz oluşturmakla kalmıyor bir de ona saplantılı bir şekilde bağlanılıyor. Altı kuru mu keyfi yerinde mi gibi endişeler yerini zamanla çok geç kaldı başına bir şey mi geldi, okulda canı mı sıkıldı, sevgilisiyle problemi mi var, iyi bir iş bulabilecek mi acaba gibi farklı endişelere bırakıyor.
Eskiden, yani öyle 10 yıllar önce değil topu topu bir iki üç yıl önce çok farklı düşünürdüm.
Annem benim için sürekli evhamlandığı ve bu evhamlar benim üzerimde baskı oluşturduğu için çocuğumu çayıra salacağım derdim. Kendi yolunu kendi bulsun, ben onu uzaktan izlerim, çok yanlış bir yola saparsa müdahele ederim ama yanlış yapmaktan korumayacağım onu, çünkü yaşamak da yürümek gibi düşe kalka öğreniliyor gibi düşünceler içerisindeydim.
Ama artık annelik mi her nelik hormonuysa, içgüdüsüyse bilemiyorum, belli bir yaşa geldikten sonra bu fikirlerinizi alıp, şöyle derleyip toplayıp bir çöp kovasına tıkıveriyor.
Çocuğum yok, yeni evli sayılırım ama ileriki yıllarda kendi adıma arzu ettiğim şeyler içerisinde oldukça üst bir sırada.
Kolay mı değil, becerebilir miyim hiç bilmiyorum ama bazı olaylar karşısında verdiğim tepkileri düşünerek söylüyorum ki çok takıntılı bir anne olacağım, maalesef bunu anladım.
Anneme yaptığı için kızdığım herşeyin bin katını yapacağım.
O sevgi farklı bir şey olacak, bu yavaş yavaş dank etmeye başladı.
Ya yanlış seçimler yaparsa kendi adına, nasıl onu ikna edeceğim doğru yola dönmesi için. Buna hakkım var mı, hayat onun hayatı, nasıl ki anneme "Anne bırak kendi yanlışlarımı kendim göreyim" bağırırdım bilmiş bilmiş, şimdi aynı bağırışı ben duysam ne yaparım. Alıp sarssam kendine gelir mi gelmez. Yani annem beni sarssa gelmezdi, oradan biliyorum. Kendimi paralasam, yerlere atsam, sözümü dinler mi?
Ya çok üzülürse, gözünüzün önünde hüngür hüngür ağladığını görsem, onu ağlatanı nedeni bir daha dönmemek üzere uzay boşluğuna fırlatmak istemez miyim? Patronuysa ağlatan gidip haddini bildirsem, bir kızsa gidip saçlarını yolsam, ya da bir erkekse gidip kulağından tutup tavana assam pek uygun kaçmaz galiba.
Her istediğini almaz mıyım, ama bir yerde durmak lazım. Bir şeyleri elde etmenin kıymetini öğrenmeli. Ama ben ona nasıl kıyacağım.
Sürekli dizimin dibinde olsun, elinden tutayım... Mevlam nasılsa kayırır diye çayırlara salamam ben onu... O yaşasın şöyle benim yamacımda, ama olmaz ki, onun da hayatı var, kendime bir bakayım sonra çocuğuma laf edeyim. Ben aileme bu hakkı verdim mi? Hayır galiba vermedim. Şimdi çocuğumdan bekleme hakkım var mı bilmem...
Biraz ipini geniş tutmazsam nasıl bağımsız ve ayakları yere basan bir birey haline gelebilir. Evet böyle bir birey olsun ama benim çocuğum o, nasıl kıyarım ben onun hayatla mücadele etmesine...
Ailelerin çocukları için olup olabilecek en kötü dileği "Allah sana senin gibi evlat versin" olur.
Allah bana benim gibi evlat verse fena olmaz aslında, en azından ne dolaplar çevirebileceği konusunda daha çok fikrim olur da, ona göre davranırım. Ama nasıl idare ederim bilmem. Çok uslu, mülayim ama bir şekilde hayatının kontrolünün sadece ve sadece kendisinde olmasını isteyen bir çocuktum. O yüzden işim biraz zor olabilir. Bir de düşündüğüm gibi takıntılı olursam, vay halimize....:)
Peki ne olsun?? Erkek olsun kız olsun tabi farketmez ama, benim kızım olsun. Junior Hüpce:)Ben onu süsleyeyim püsleyeyim, en şık elbiseleri, en moda spor ayakkabıları alayım, her şeyi onla yapayım, havalara atıp atıp tutayım. Sonra da mıncık mıncık öpeyim....Şımartayım da şımartayım. Ama gözümü üstünden ayıramayayım, herşeyden sakınayım, sürekli şimdi ne yapıyor acaba diye düşüneyim...Of of zor benim işim çok zor, ben böyle düşünecek kız mıydım yaaa, salacaktım ben onu çayıra, ne oluyor bana böyle:)

HÜP NOT: Bir süre önce Prof.Yankı Yazgan’ın konuk olduğu Hülya Avşar’ın programından bahsetmiştim. Meğer Yankı Bey de okumuş yazımı, hatta yazıma sitesinde yer vermiş, nasıl mutlu oldum anlatamam, üstelik benim gibi düşünen başkaları da varmış, ayrıca sevindim.

"HÜLYA AVŞAR STÜDYOSU"nu kaçıranlar için:

Son onbeş yılda TV programlarına, izlenimlerin tam tersine pek nadir uzman konuk olmuşsam da, genellikle sürekli ekranlarda bilinmişimdir. Demek ki, iyi programları seçiyorum, diyerek kendimi avuturum. Bazılarına katılmış olmak gerçekten çok hoşuma gitmiştir.... Birkaç ay önce katıldığım Hülya Avşar stüdyosu programı, açılış dakikalarında, kendi hazırlamaya üşeneceğim ayrıntıda ve özende bir klip şeklinde yapılmış görsel CVm ile güzel bir başlangıç yapmıştı... (Yazının devamını okumak için başlığı tıklayınız).

5.01.2009 tarihinde Yankı Yazgan'ın Hülya Avşar Stüdyosuna konuk olarak katıldığı programı izlemek için, tıklayınız.

Hülya Avşar stüdyosu programını seyretmiş olan veya ekteki videodan seyretmek isteyenler, anket formlarını doldurursanız çok mutlu olacağim..(Ankete ulaşmak için tıklayınız)

Monday, April 27, 2009

KAĞIT CANAVARLIĞI



İsrafın hiç bir türlüsü hoş değil, de ben en çok kağıt israfına üzülüyorum.
Sanki ağaç fazlamız varmış gibi, insanların en ufak şey için bilgisayar çıktısı alması, ellerindeki kağıtları bol bulamaç harcamasına sinir oluyorum.
Elime geçen kağıtlar için öncelikle bir an düşünüyorum: Bu kağıt olmasa olmaz mıydı acaba diye.
Bakın mesela uçaklar elektronik bilete geçti. Bu sayede şirketler 3 milyar dolar tasarruf yaparken, aynı zamanda, yılda 50 bin ağacın kesilmemesi ya da 5 kilometrekarelik ormanlık alanın yok olmaması da sağlanıyor.
O kağıt uçak biletlerini de hatırlıyorum. Sadece tek sayfadan da oluşmazdı. Nerdeyse tek bilet değil, bilet koçanı gibiydi. Bir sürü de ek açıklama sayfaları vardı yanlış hatırlamıyorsam.
Şimdi sadece bilet numaranızı verip kimliğinizi göstererek uçağa binebiliyorsunuz. En azından kaybettim, biletimi evde unuttum riski de sıfırlanıyor.
Zaten bir sürü firma maille gönderilen elektronik fatura gönderiyor, çeşitli kampanyalarla elektronik faturaya geçmeyi özendiriyor.
Kağıt israfında bir an önce çözüm bulunması gereken sektör bankacılık aslında. Bir kere her kredi kartıyla ödemede 2 tane nüsha çıkmasına sinir oluyorum. Tamam belki bu kağıtların çıkmasının ve saklanmasının yasal bir anlamı olabilir. Muhtemelen yaptığın harcamanın bir kanıtını almış oluyorsun. Ama yine de ben bu kağıtları direkt atıyorum. Hadi satıcı da saklamak zorundaysa mutlaka, en azından müşteriye o kağıdı isteyip istemediği sorulsun. Ben istemiyorum mesela, çünkü direkt çöpe atıyorum. Üstelik artık çoğunlukla şifreli alışveriş yapılıyor, şifre girerken meblağın doğru olup olmadığını da kontrol etmiş oluyorsunuz. Yani israfa ne hacet?
Bankaların kağıt canavarlığı konusunda ikinci sinir olduğum şey para çektiğimiz ATMler. Bazıları akıllı makinalar. Yaptığınız işlem sonrası kağıt dekont isteyip istemediğinizi soruyor. İstemiyorsan vermiyor. Hatta dekont istiyor musunuz sorusunun altında Hayır’ın yanında ağaçlar var yemyeşil, Evet yanında ise elinde elektrikli testereyle ağaçları budamış adam figürü. Büyük bir mutlulukla Hayır’a basıyorum.
Ama bu makinaların bazıları gerçekten az beyinli. Hiç sormadan isteseniz de istemeseniz de veriyor dekontu. O dekontun da adresi çöp, başka bir yer değil. Bu şekilde isteğe bağlı hale çevirmek o kadar da zor bir iş değil, yeterki yapılmak istensin.
Ve son olarak kredi kartı ekstreleri.. Ben hepsini mail olarak almayı tercih ediyorum ki kağıt ziyanı olmasın. Eskiden deli olurdum çünkü. Kredi kartı ekstreleri kalın bir zarf olarak geliyordu her ay. Bir açıyorsunuz bir sürü renkli kağıt. Hepsi ayrı kampanya için. Ya o kağıtlara vereceğin paraya, telefonuma mesaj at ya da gazeteye ilan ver. Atarken içim acıyordu da neyse artık hepsi maille geliyor.
Zaten çoğu zaman teknolojinin hepimizi çok fazla ele geçirmiş olmasından şikayet etsem de, en azından bu konuda olumlu görüş bildiriyorum. Internet bankacılığı, maille yazışma denen bir şeyler olmasaydı kimbilir daha ne kadar çok ağaç gitmiş ve gidecek olurdu. Teknolojinin de başka yan tesirleri var ama, ne yapalım bu da bir şey.

Saturday, April 25, 2009

İNCİLERİ DÖKMEYECEKSİN


Herkes gibi olmak ne kadar kolay, olmamak da bir o kadar zor. Ketum olmamak, içinde ne varsa söylemek. İçimde kalacağına dışımda dursun demek. Patır patır tüm incilerini dökmek. Etekte dökmedik taş bırakmamak. Ama herkes öyle mi? Değil.... Söylenmeyen şeyler havada uçuşuyor.Triplerle, entrikalarla, oyunlarla, korkularla, kendini kasmalarla insanların içindekiler yine onların içlerinde kalıyor. Artık söylenmek istenen şeyler, insanlara tüm yaratıklardan farklı olarak, anlaşmaları için verilmiş konuşma yoluyla değil, cep telefonu mesajlarıyla ya da maillerle söyleniyor. Konuşmak bu kadar zor mu? Konuşmamamız gerekseydi bu özellik insanlarla bahşedilir miydi? Fakat herşeyin olduğu gibi bunun da kolayı bulundu. Artık klavye ya da cep telefonu tuşu kullanarak her şey söyleniyor. Ah o tuşlar da olmasa....! Karşılıklı konuşmayı tercih etmeyen iki insan için böylesi ne kadar kolay aslında. Aşkını da maille yaşa, mesajla istediğin gibi ifade et kendini. Her iki taraf da memnunsa ne kadar güzel. Ama sen çemberin dışındaysan. Hala konuşma yanlısı bir eski kafalıysan ne olacak? Üzgünüm beklentilerine cevap alamayacaksın. Tek yapman gereken bu yolları öğrenmek. Konuşmak istersin de konuşamazsın. Kala kalırsın.Acaba böyle mi olmak lazım? Derdini teknoloji yoluyla anlatmak. Olmaz demiyorum ama bu en son çare o olmalı. Bu kadar söylendim ama ben de aslında her hafta yapıyorum böylesini. Üstelik ben kendimi sadece tek bir insana değil beni okuyan çeşit çeşit insana ifade etmeye çalışıyorum. Ama yine de burası farklı ya. Çünkü bir sürü insana kendimi ifade etmenin, bir şeyler anlatmanın tek yolu bu köşe. Sadece bir kişiye bir şeyler anlatacak olsaydım öncelikli olarak konuşmayı seçerdim herhalde. İncilerimi dökerdim yine...Hiç kimse farkında değil belki ama çoğu zaman yazdığım her cümlenin altında bir anlam yatıyor benim. Yani buradan da konuşmaya çalışıyorum. Yaşadığım bazı şeyleri buradan haykıra haykıra bağırıyorum da sesimi duyan oluyor mu bilmem. Bazen sevincimi, bazen de sıkıntılarımı söylüyorum. Bazen paragrafların içinde kahkahalarla gülüyor oluyorum, bazen de hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Bazen dalga geçiyorum, bazen de ciddiyetimi takınıyorum. Peki bugün ne mi yapıyorum? Bilmem!!!...

Friday, April 24, 2009

BAHAR ABARTISI


Havalar aslında tam olarak düzelmiş değil. Yani bahar havasına girmemiş olmak gerekiyor. Ama öyle mi oluyor? Hayır tam tersi çok fena bir sersemlik söz konusu. Günlük sıkıntı silsilesi sabah yataktan kalkmakla başlıyor. Öncelikle yataktan kendinizi kazımalısınız, çünkü istekli ve enerjik olarak kalkmak mümkün değil. Sonra mesai saati başlıyor. Öğlene kadar olan ilk safhada isteksizce işler toparlanıyor. Zorunda olunmasa hiç bir iş yapılmayacak. Öyle bir gönülsüzlük hali. Gelelim öğle tatiline. Yemek vakti. Fakat iştah desen maalesef taze bitmiş. Evet karın zil çalıyor ama o zili susturmak için istek yok. Öğleden sonraki mesai kısmı da paydos vaktine geri sayarak geçtiğinden sabahtan pek farklı sayılmaz. Akşamları da sallan yuvarlan havasında tamamladıktan sonra yatılıyor. Ama erken değil maalesef. Baharın müsibet etkileri çerçevesinde bir de uyku tutmama ve geç uyuma durumları var. Yani sabah yataktan kazınmak zorunda olmanın mantıklı bir açıklaması var.Baharı çok severim ama daha kendisi gelmeden etkileri geldi bu sene ve beni yıktı geçti. Etraf çiçeklendi, hele hele o laleler beni benden alıyor ama coşkudan ziyade acayip yorgun hissediyorum ben şahsen. Normalde baharın getirmiş olduğu atlama zıplama ihtiyacı yerine mümkünse yataktan hiç çıkmayayım, kimse bana bulaşmasın istiyorum. Normal şartlarda hafif bahar yorgunluğu olması beklenen bu dönemde benim üzerimdeki bu had safhada bıkkınlık, yorgunluk, sersemlik ne olacak bilemiyorum. Benim acilen bir doğaya falan mı çıkmam gerekiyor nedir, bir tuhafım. Ne alışveriş, ne gezme, ne aşık olma isteği... Hepsi hak getire, hiçbiri içimden gelmiyor. Yahu bahar bu sene ne yaptın böyle bize...? Güzel elbiseler alıp, sonra da sevdiceğini koluna takıp havada leylek görmüş misali gezmek varken, kafada hesap kitap yapıp sadece evde uyumak istiyorum. Tövbe tövbe, daha bu işin yaz ayları var daha, silkinip kendime gelmem lazım acilen, günler böyle geçmez. İnsan böyle bahar yorgunluğunu düşmanına bile dilemez vallahi...

Wednesday, April 22, 2009

KUĞU ŞOKU


Aşağıda bahsedeceğim haberi okuduğumda gerçekten çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Onlar bile bunu yaptıktan sonra hayvanlar aleminin diğer üyeleri neler yapmaz dedim. Üstelik dişisi, erkeği böyle...Kuğulardan bahsediyorum. Hayvanlar aleminin en zarif yaratıklarından. Suyun üzerinde büyük bir zerafetle salınıp, bizi kendilerine hayran bırakırken meğersem saman altından ne sular yürütüyorlarmış da haberimiz yokmuş. Avustralya'da yapılan araştırmaların sonucunda siyah kuğuların tek eşli olmadıkları ortaya çıkmış. Yapılan DNA testi sonuçlarına göre de yumurtadan çıkan her altı siyah kuğudan birinin 'evlilik dışı ilişki' sonucu dünyaya geldiği saptanmış. Bu durum hem dişi, hem de erkek kuğuların gayet çapkın olduklarını gösteriyor tabii ki. Bir hayal edin. Adeta sadakat timsali şeklinde salım salım salınıyorlar, o esnada da çapkın bakışlar ve çırpınışlarla birbirlerinin eşlerini tavlıyorlar. Kimin kanadı kimin cebinde belli değil. Peki bu durum bize ne gösterdi? Hayvanlar aleminde de sadakatsizliğin had safhada olduğunu. E tabi bir de dış görünüşün ne kadar yanıltıcı olduğunu. Yani yüzünden saflık, temizlik akan nur yüzlü bayan ve erkeklerin de ne zaman ne fındıklar kıracaklarının belli olmayacağını bir kez daha anladık. O yüzden kuğu gibi olan kadını da erkeği de iyi analiz edin, sonradan şaşırmayın. Kuğular böyle yaptıktan sonra, kuğu gibi insanları varın siz düşünün:)

Sunday, April 19, 2009

RÜYAMDA MI DİNLEDİM Kİ ?





Geçen sabah dilimde çok eski bir şarkıyla uyandım.Nerden esti, rüyama mı girdi, nedir anlamadım.Tarkan mı, ııhh değil. Hadise, kesinlikle hayır. Daha eskiye daha da eskiye.Hayatımda dinlediğim ilk kasetten. Zülfü Livaneli’nin Ada diye bir albümü vardı. Evdeki tek kaset oydu. TRT dışında radyo yok. Bayağı bir sarmıştım o albüme. Dedemindi yanlış hatırlamıyorsam. O zaman her gün yeni bir şarkıcı pörtlemiyor bir yerlerden. Şarkıdan etkilenmek için de, klip falan olması gerekmiyor. Müzikle ilk kez tanışmamdan da olabilir ama o kaset hiç ezberimden gitmedi. Bazılarının da enstrümantal versiyonlarını Mutluluk filminde de kullanmışlardı, hele o filmdeki manzaralarla, şahane. Neyse uykumdan şarkıyla kalkmaya gelelim.
Gözlerin diye bir şarkı.
Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi
Ellerin bir martı,telaşlı ve ürkek
Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken
Eskiden o el kadar halimle nasıl da kaptırmıştım kendimi. O sabah uyanıp da kendi kendime mırıldanmaya başlayınca baktım olacak gibi değil, ofiste ilk iş Gözlerin’i ve Ada albümündeki şarkıları internetten bulmak oldu. Ofisteki masamda kös kös çalışmaya çalışırken o güne ait en işe yarar, en bünyeme faydalı şey bu oldu. Bütün gün dinledim kendimi soyutlayarak. En azından ruhumu başka bir yerlere gönderdim iyi geldi.

Friday, April 17, 2009

KENDİMİZİ KANDIRMAYALIM


Başınıza güzel bir şeylerin gelmesini istiyorsanız, bunu gerçekten de istiyor olmalısınız. Yoksa sürekli mızmızlanarak, şikayet ederek ama hiçbir şey yapmayarak hayat geçmez. Bir şeyler yapmak demek her zaman eylemde bulunmak da değil aslında. En azından başlangıç olarak kafanızda hayatınızı güzelleştirmeye yönelik düşünce çalışmalarına başladığınızda, bir de bakmışsınız hiç ummadığınız bir yerde, ummadığınız, sürpriz olayların içindesiniz. Canınız mı sıkılıyor, çözüm kendinizi sokağa atmak değil. Ya da işinizden memnun mu değilsiniz, çözüm işten kaytarmak değil. Sevgilinizle mutlu mu değilsiniz, nasıl olursa düzelir diye ummakla da olmaz. Zahmet edip kararlar alacaksınız. Acı verse de bir süre, tünelin ucunda bir ışık olduğunu hem umarak devam etmek lazım. Kendiniz için dua edeceksiniz öncelikle. Ama öyle para, pul, iş, güç, aşk, meşk için değil. Akıl fikir için. İnsanda akıl fikir olunca hepsi oluyor zaten. Mesela belki aklınız başına gelince işinizi çok sevdiğinizi anlıyorsunuz. Tam tersi de geçerli. Ama artık ne yapacağınızı bilir bir şekilde hareket ediyorsunuz. Ayrılıyorsunuz veya daha hırsla çalışıyorsunuz.Ya da hiç mutlu olmadığınız bir ilişkiyi sürdürmenin anlamsızlığını fark ediyorsunuz birden. İki taraf için de boşuna oyalanma olduğunu düşünüp dostça bitiriyorsunuz. Kimbilir çok yakınınızda, bilmediğiniz bir köşe başında normalde hayatınızla keskel alaka olan biri karşınıza çıkacak... Nereden nereye diye sorup kendi kendinize şaşıracaksınız. Ama tüm bunların olması ve sizin için dua edenlerin dualarının boşuna çıkmaması için öncelikle dış dünyayla kurduğunuz ve mutsuz olduğunuzu belli etmemek adına ördüğünüz inkar duvarlarını yıkacaksınız. O duvarlar yıkıldığı anda herkesin sizin adınıza dilediği iyi dilekler o kadar çabuk, koştura koştura geliyor ki, birden ne olduğunu bile anlamıyorsunuz. Bunu okuyup ben hayatımdan çok memnunum diyenleriniz varsa, sizin adınıza sevinirim . Ama önce bir zahmet kalkıp bir aynaya bakın. Gözlerinizin içi gülmüyorsa, gözlerinizdeki ışıktan yine kendi gözleriniz kamaşmıyorsa bırakın inkarı da kendi adınıza harekete geçin artık. Siz kıpırdanmadıkça değil en sevenlerinizinki, en ala ermişlerin bile sizin için diledikleri kabul olmaz.

Wednesday, April 15, 2009

TAKAS


Eskiden para mı varmış? Para icat edilmeden önce takas yöntemiyle alışveriş yapılırmış. İnsan bazen düşünüyor, para icat oldu da mertlik mi bozuldu diye. Belki sadece takas yolu kullanılsaydı, herkes belli bir limitte kalırdı da, zenginle fakir arasında o kadar derin uçurumlar olmazdı. Kimbilir...Geçenlerde bir kitap okudum da aklıma geldi bu konu. Kitaptaki hikayelerin temelini oluşturan bir büyü dükkanı vardı. İnsanlar orada ancak takas yoluyla alışveriş yapıyorlardı. Ama alışveriş de o bildiğimiz alışveriş değil. Bir kere bu dükkanda herşey var. Herşey ama aklınıza gelebilecek herşey. Maddi manevi herşeyi isteyebilirsiniz. Fakat bunun karşılığında da bir şey vermeniz gerekiyor ve dükkan sahibiyle pazarlığa oturuyorsunuz. Ama dükkandan alınan şey karşılığında müşterinin ne vereceğini dükkan sahibi belirliyor. Kitabı okuyunca gördüm ki, insanlar nelerin karşılığında neleri feda edebilecek duruma geliyorlar. Amaçlarına ulaşmak uğruna nelerden vazgeçebiliyorlar. Örneğin biri geliyor, hırs istiyor ama bunun karşılığında huzurunu vermeye razı. Kimi de geliyor hayatının aşkını istiyor, ama tutkumu alabilirsiniz, ne önemi var ki diyor. Aslında derdi sevmekten çok sevilmek, sevilmek, daha da çok sevilmek. Biri geliyor mesela, geçmişimde hiç mutlu değildim, mutluluk istiyorum diyor, ama buna karşılık tüm geçmişini ve yaşadıklarını bir çırpıda feda etmeye hazır. Fakat pazarlığa oturunca, iş geçmişini feda etmeye gelince bir an duraksıyor, bir anda aslında geçmişte ne kadar mutlu anlar yaşadığını anımsıyor ve alışverişten vazgeçiyor. Zaten eninde sonunda dükkan sahibi kazanıyor pazarlığı, hiçbir şey için hiçbirşeyden vazgeçemeye değmeyeceğini anlayarak terkediyor müşteriler dükkanı. Eee dükkan sahibi işini bilen insan. Zaten ödenecek bedelleri kendisinin belirlemesinin ve pazarlığa oturmasının nedeni de bu. İnsanların anlık ve sonucunun ne olacağını bilmeden şiddetle arzuladıkları isteklerinin aslında nelere mal olabileceğini göstermek için var o dükkan aslında. Sıkı pazarlık sonucu müşteriler yola geliyor...Bir de bir adam vardı, geçmişindeki tüm hataları silmek istiyordu ki bu hataları bir daha tekrarlamayacaktı. Fakat dükkan sahibi bunun karşılığında adamdan belleğini istedi. Büyü dükkanı psikolojide kullanılan bir yöntemmiş zaten. Büyü Dükkanı, psikodramanın en popüler tekniklerinden biri olarak, bu dükkan mucizelerin gerçekleştiği bir mekanı temsil ediyormuş ve orada, hayattan istenilen her şey alınabildiği gibi, istenmeyen şeylerden kurtulmak da mümkün olabiliyormuş.Yani büyü dükkanı işin içinden çıkamayan insanların bir mucize peşine koştukları bir yer sadece.Kitabı okuduktan sonra şöyle bir düşündüm, karşılığında bir şeyler feda etmeyi göze alacak kadar istediğim bir şey var mı diye. Aklıma bir kaç şey geldi. Sonra bu isteğim karşılığında dükkan sahibi benden ne isterdi diye kendimi dükkan sahibinin yerine koydum. Benden isteyeceği bedelleri ödemek istemeyeceğimi farkettim. Aman zaten ben hiç ticaret adamı değilim, bir şey elde edeceğim diye başka şeyden feragat da edemem, o dükkan buralarda da pek iş yapmaz, hiç açılmasın.

Tuesday, April 14, 2009

KİM BİLECEK



Hepimiz Türküz, iyiyiz hoşuz da, hiçbirimiz şahane değiliz . Hatta bence medeniyet seviyemiz çok yüksek seviyelerde değil. Bunu herkese maletmiyorum ama, var bir tuhaflık. Geçen hafta kısa bir Karadeniz gezisindeydik. Efendim sis nedeniyle uçuşumuz iptal olduğundan hadi dedik arabayla gidelim. O kadar plan yapmışız, izinlerimizi almışız.4 kafadar atladık gittik. Tabi gecenin bir köründe Trabzon’a giriş yapınca, kalacağımız yeri bulmak oldukça zor oldu.Tarife göre meydandaki Boyner’den sağa dönmemiz gerekiyor ama bulamıyoruz orayı. Gecenin bir körü kimsecikler yok. Neyse bir karakola denk geldik. Polis herhalde bize güleryüz yapar, hemen tarif eder diye. Bu arada da iki evli çiftiz, tipimiz de düzgün. Karakol önünde polisten duyduğumuz ilk laf iyi akşamlar yerine “Ters yöndesiniz” oldu. Ya 34 plaka araba, etrafımıza bakınıp duruyoruz, iyi akşamlar kardeşim bir yer mi arıyorsun diye sormak yerine ilk duyulan laf ters yön olunca biraz sinir olmuyor değil insan. Hem de halka en yardımcı olması gerek mevkidesin. Sonradan yarım yamalak bir tarif yaptı, ama sonra çöp toplayan misafirperver bir adamcağız gerçek bir samimiyetle bize yolu tarif edince rahatlıkla bulduk. İkinci tuhaflık tarihi ve turistik yerlere verdiğimiz önem. Sümela Manastırı’nı gördünüz mü bilmiyorum. Şahane bir manzaraya sahip, insanın aklının almadığı bir yere yapılmış bir manastır.Yer şahane ama restorasyon evlere şenlik. Resmen sıfırdan manastır yapmışlar sanki. Taşlar, çatılar o kadar gıcır ki, hiç bir eskimişlik havası yok. Bizimle birlikte gezen turistler bile ‘Burası eski değil ki’ diyorlardı. Bir de fresklerin içler acısı hali var. Bu manastır zaten çok uzun yıllar sonra korumaya alındığı için, o zamana kadar yağmacıların elinde kalmış. Kalanları da işgüzarlar mahvetmiş. Bütün aziz, melek resimlerinin yüzlerini ve gözlerini oymuşlar. Çok dindarlar ya. Üzerlerine seni seviyorum, yok aşkım, yok böceğim, yok çiçeğim diye yazmışlar. Cehaletin son noktası.Ya nasıl kıydınız o şaheserlere, insan dokunmaya cesaret edemezken...Uzungöl’ün bütün doğallığının canını okuyan istinat duvarlarına söyleyecek sözüm yok. Yemyeşil gölü, baraj gölüne çevirmişler. Yakında kirlilikten geçilmezse hiç şaşırmam. Daha gördüğüm, kınadığım çok ayrıntı var ama yerim yok. Tek söylenecek şey: Biz bu ülkenin kıymetini bilmedikten sonra kim bilsin...

Sunday, April 12, 2009

YAZA YAZA


Öğrenciyken ufak tefek kağıtlarla haberleşmeyi pek severdim. O yüzden defterlerimin en arka sayfalarının kenarları hep yırtıktı ya da aralarında hep bir yerlerden kopartılmış sayfalar vardı. Böylesi daha zevkli ve heyecanlı oluyordu. Hele de bize nispeten uzak birileriyle yazışıyorsak, ki biz bunu mektuplaşmak olarak adlandırıyorduk, daha da eğlenceli oluyordu. Öğretmene çaktırmamak için çevirmediğimiz dolap kalmazdı. Büyüdükçe, sınıf içinde uzaklara açılmaya üşenmeye başladık, sadece yanımızdakiyle, o da kitabın ya da defterin bir kenarına ufak tefek notlarla derdimizi anlatmaya başladık. Bir de kendime ve dış dünyaya yazdığım mektuplar var: Günlüğüm. Daha doğrusu yıllığım. Çünkü her gün değil, esince yazarım. Bu da yılda bir elin beş parmağını geçmez. Senelerdir aynı deftere yazıyorum. Bazen kendime kızarım yazarım, bazen bir başkasına. İlla ki kızmam da gerekmez, belki de mutluyumdur, beni mutlu edene yazarım, onu yazarım bunu yazarım. Demek benim hep bir yazasım varmış. Not kağıtlarından, defterlerin arkalarından ve sadece kendim ve arkadaşlarımdan oluşan okuyucu grubunu genişletmek varmış bilinçaltımda. Kendimi herkese, özellikle de kendime yazarak ifade etmek istemişim. Aslında sözel ifadede de fena sayılmam ama yazmak daha başka oluyor. Yazıda ağlamak ağlatmak, yazıda gülmek güldürmek. Üstelik en heyecanlısı da bu, kimin sizi okuduğunu bilmeden, tanımadığınız bir sürü insana başka başka şeyler düşündürtmek....Ağızdan çıkanların bittiği yerde kaleme sarılmak... Düşünüyorum da, aklına gelenleri bir şekilde aklında değil, dilinde tutan geveze ben, yazı yazamasaydım da dile getiremediğim sayılı şeyleri satırlara çeviremeseydim, delirir miydim, delirmez miydim? Zaten deli olduğuma göre, yazamasaydım çok normal olurdum tahminimce. Aman iyi ki öyle değilim, çok sıkıcı...:)

Saturday, April 11, 2009

BLOG ÖDÜLLERİNDEYİM BLOGUMU BEĞENİYORSANIZ OYLAMAYA NE DERSİNİZ ?

Yerel bir gazetede köşe yazarıyım. BENİ SİZ KEŞFEDİN !... Bu güne kadar gazetedeki ve blogumdaki yazdıklarımı okuyup beğendiyseniz ve beni bu kategoride desteklemek isterseniz, yapmanız gerekenler çok basit. Zaten üyeyseniz giriş yapıp, kategorilerden hemen oy verebilirsiniz.Değilseniz, http://2009.blogodulleri.com/kayit adresinden siteye kaydolun (kayıt için gereken tek şey e-posta ve şifre) ve e-postanıza gelen aktivasyonu yapın (yoksa kabul edilmez oyunuz). Daha sonra da sisteme giriş yaparak" KİŞİSEL" bloglardan beni " HÜP CADISI" (http://www. hupce.blospot.com) bulup oy verebilirsiniz . Destekleriniz şimdiden teşekkürler....

Friday, April 10, 2009

NOSTALJİ BUHRANLARIM



Annem eski resimlere bakmayı sevmez. Ben de tam tersine. Belli periyotlarda eski resim bakma dönemim gelir, çıkartır eski albümleri, sayısız kez baktığım tüm resimlere tekrar bakarım. Neden bilmem içim bir tuhaf olur da bu tuhaflıktan garip bir zevk alırım. Uzak çocukluk resimlerim benim içimi cız ettirmez pek fazla. Herhalde o zamanlardaki kendini bilmezlikten ileri geliyor. Kendini bilmezlik derken hayatını kendi yönlendirmemek, hep rutin ve çocuk kafasıyla takılıyor olmaktan bahsediyorum. Ama yakın geçmişe, yani şöyle bir 6 sene öncesine ait resimlere baktıkça anneme hak vermiyor değilim. İnsan kendi hayatını kendisi yönlendirmeye başladıkça, ve zaman geçip de bu zamanlar hatırlandıkça insana daha da bir fazla koyuyor be. Üniversitenin ilk yıllarına ait resimlere bakınca kötü oluyorum ben, bu durum da hoşuma gitmiyor. Deli gibi o zamanlara dönmek istiyorum. Çocukluk resimlerinin kötü bir etkisi olmamasını daha iyi anlıyorum . Çocuklukta hangi zamana dönmek isteyeyim ki? Kendi yönettiğim bir hayatım yok. Farkındalıklar ne zaman ortaya çıkıyor, işte o zaman nostaljisi yapılabilecek bir dönem yaşanıyor demek oluyor. Of ben yazarken sıkıldım edebiyat yapmaktan, siz okurken bayıldınız herhalde. Nerden aklıma geldi bunlar? Hep aklımda zaten, kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladığım yılları her gün hatırlıyorum içim ezilerek. Geçen gün bir kaç yılda bir tekrarladığım oda dekorasyonu değiştirme çalışmaları kapsamında eski okul defterlerimin falan olduğu bir kutuyu karıştırdım. Defterlerin arasında ders içi kaçamak yazışmalar, arkadaşlarla gidilen tatillerin resimleri ve o zamanlara ait bir sürü ıvır zıvır geçti elime. Tam en yakın arkadaşımla çektirdiğimiz komik resme gülerken telefon çaldı da, o arkadaşım arıyordu. Canı sıkkın , dertleşelim diye aramış. Zaten kös kös nostalji yapıyordum, bir de kalp kalbe karşıdır misali, o arayınca bir an gözlerim doldu ne yalan söyleyeyim. Ben arkamdan koşturan varmış gibi tam dört senede bitirdim okulu. Buradan acelesi olmayan öğrencilere seslenmek istiyorum: Yoksa bir derdiniz bitirmeyin okulu, abartıp yedi seneye de uzatmayın ama yarım dönem, bilemedin bir yıl uzatın gitsin. Dersleriniz iyiyse hem okulun hem de arkadaşlarla vakit geçirmenin keyfini çıkartın. Sonraki yetişkinlik hayatı çok farklı. Bazen bakıyorsunuz her şey üstünüze üstünüze geliyor. Hazır kimse sizden pek bir şeyler beklemezken keyfini sürün o yılların, sonra sizden beklenenler ardı ardına sıralanınca çok ararsınız o yılları çoook...

Wednesday, April 8, 2009

ÖDÜLLÜ BLOGLARA BİR YENİSİ DAHA EKLENDİ :))


Sevgili meslekdaşım, arkadaşım Prettycool beni " Akıllı Blog " ödülü ile ödüllendirmiş. Ona çok teşekkürler ediyorum. Bu ödülün bazı kuralları var biliyorum ki bu kuralları hemen hemen herkes biliyor. Benim için tüm blogçu dostlarım bu ödüle layık ve pek çoğu da zaten bu ödülle şereflendirildi. Hepinizi çok seviyorum ve sizleri sessiz izliyorum, yorum bırakamasam da hep sizinleyim .Çünkü bu aralar işler yüzünden pek fırsatım yok:(( Öpüldünüzzz:))

Tuesday, April 7, 2009

FARKLI YAŞAMLARA TAKILMAK


Çevresi geniş olmak ne demektir? Başka birisinden 3-5 insan daha fazla tanımak çevresi geniş mi olmaktır? Aslında hepimizin çevresi çok dar. Kısıtlı bir ortamda yaşıyoruz. Kendimiz gibi insanlarla birlikteyiz. Yaklaşık olarak aynı maddi düzeye sahip, aynı mekanlara birlikte çok rahat girip çıkabilen, benzer aile özellikleri olan, benzer okulları bitirmiş insanlarla vakit geçiriyoruz. Farklı insanların, farklı yaşamların olmasının üzerinde kim çok fazla duruyor ki? En fazla haberlerde, bir kaç farklı hayat izliyoruz hepsi bu. Ben farklı farklı yaşamların ve insanların olduğunu, başka dört duvarlar arasında bir sürü şeylerin olup bittiğini farklı bir şehire gidince anlıyorum. Kendi yaşadığım yerde anlamıyorum, sanki benim şehrim ben ve tanıdıklarımdan ibaretmiş gibi geliyor. Oysa hiç bilmediğim bir şehrin caddelerinden geçerken hiç görmediğim suratları, apartmanları görüyorum. Kiminin perdesi açık, kiminin kapalı. Bazıları televizyon izliyor belli ki, kimi de ışığını hafif söndürmüş. Bazı insanlar var göçebe hayatı sürüyor, çadırlarda yaşıyorlar. Buralarda yaşayanların hiç birini tanımıyorsunuz, büyük ihtimalle de hiç bir zaman tanımayacaksınız. Ama belki aynı ülkede aynı problemleri yaşadığınız için, ya da aynı popüler programları izlediğiniz için, sevgi, nefret, arkadaşlık gibi insanların ortak paydasındaki duyguları benzer yaşadığınız için, aslında az buçuk birbirinizi tanıyor da olabilirsiniz. Yani hepimiz, tanımadığımız ve tanımayacağımız milyonlarca insanla tanışıyoruz aslında. Çünkü genel olarak aynı şeylere gülüyor, aynı şeylere sinirleniyor, aynı şeylere üzülüyoruz. Tek fark yaşadığımız şehir, içinde bulunduğumuz ortam ve hayat şartlarımız. Bir dairede yanan ışıkla tanışıyoruz belki. O aile ışığını yakmış oluyor, sizin gözünüz de yoldan geçerken o ışığa takılıyor, kimler yaşıyor ki burada diye düşünüyorsunuz. Bir bakıma tanışmış oluyorsunuz.Peki bu yazıyı ben niye yazdım? Bilmem ki, hep kafama takılırdı bu konu. Başka bir şehrin yollarından geçerken hep gözüm takılır başka evlere, insanlara. Biraz garip, yok yok oldukça garip bir düşünce belki ama ne yapayım. Yazdım rahatladım:)

Monday, April 6, 2009

ZİLZİYETE


Geçenlerde gazetede okudum. İngilizce'de yeni bir kelime türetilmiş: 'Ringxiety'. Türkçesini okursak: Ringziyete. Anlamını da yazayım:1. Bir cep telefonu çaldığında ve kimin olduğu Masada otururken bir şekilde masaya çarpınca titreşimdeki telefonun çaldığını zannetmek de bu tanıma eklenebilir. Sokakta yürürken koca çantasını alıp kulağına dayanan insanlar görürseniz bilin ki, onlar da ucundan köşesinden ringziyete mağduru. (Ha tabi sürekli özel birinden telefon bekleme durumunuz da söz konusuysa daha bir zilziyete ruh haline bürünebilirsiniz. Durun telefon çalıyor galiba, evet o arıyor galiba, tüh beee ses televizyondan geliyormuş meğersem demek genelde insanın bünyesinde ağır tahribata yol açabiliyor.) Aslında cep telefonlarının gelişmesiyle bu rahatsızlık tamamen ortadan kalkmasa da azalabilir. İlk zamanlarda cep telefonlarının zil sesleri birbirine benzediği için herkes her çalan telefonu kendisine zannediyordu. Zil sesleri çok standarttı. Ama artık zil sesleri de öyle bir alıp başını gitti ki, artık herkesin özel bir melodisi var desem çok da abartmış olmam herhalde. Şarkılar, türküler, dizi müzikleri, ağlamalar, gülmeler... Hepsi ayrı telden çalıyor hakikaten. Resmen bana zil sesini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim gibi bir durum söz konusu. Her şeyde standart olmamak için kendini yırtan ben, hayret bu konuda çok standartım. Telefonumda kulağa hoş gelen öylesine bir melodi seçtim takılıyorum. Fakat istemeyerek de olsa kulak misafiri olarak bir sürü yeni zil sesiyle de tanışmadım değil. İstiklal Marşı mı dersiniz, horon havaları mı, rock müzik parçaları mı, yoksa dizi müzikleri mi?Mesela telefonu İstiklal Marşı olarak çalan birinin milliyetçi olduğu aşikar. Horon havası çalanın Karadenizli, rock çalanın genç ya da kendini genç hisseden biri olduğunu da rahatlıkla anlayabiliriz. Bu zil sesleriyle içimizdeki gizli duygu ve düşünceleri de dışarı vuruyor olabiliriz... Aman biz de insanoğlu artık kendimizi neyle ifade edeceğimizi şaşırdık, bunca yıl sanki cep telefonlarının zillerini beklemişiz sanki kendimizi anlatacak.

Friday, April 3, 2009

DEMİR LORDLAR




Metroseksüellik modası geçti artık. Erkeklerin çoğunluğu üstüne başına, manikürüne pedikürüne, jölesine ve nemlendirici kremlerine dikkat etmeye başladığı ve bakımlı olmak moda olmaktan çıktığı için haliyle bu kavram da popüleritesini yitirdi. Hoş her gün oseksüellik, şuseksüellik, uyduruk bir şeyler çıkartıyorlar ama hiç biri metro gibi ortalığı sallamadı:) E normal tabi... Meğerse insanoğlunun kanında varmış da haberimiz yokmuş. Delikanlılık gibi birşey. Demir Çağı'ndan kalan (2300 yıllık) ve bataklıktan çıkarılan dönem insanlarını inceleyen bilim adamları bunu bize ispatlamış. Nasıl mı? Cesetlerin jöleyle değişik stilde taranmış saçları, manikürlü tırnakları olmasıyla... Yani erkek her dönemde erkek. Jöle olmasına şaşırdım ben doğrusu da neyse ki haberde, jölenin o dönemlerde neden yapıldığını da anlatılıyordu: Bitki yağı ve palmiye reçetesi. Manikürü nasıl yapıyorlardı, kim ne çeşit aletlerle yapıyordu onu merak ettim doğrusu. Demir Çağı olduğuna göre herhalde metal bazı edavatlar geliştirmişlerdir diye tahmin ediyorum.Yani insan yine insan. O yaşam koşullarında bile süsünün derdinde. Sağa sola kendini beğendirme, aynaya bakınca ( ayna var mıydı acaba?) kendini beğenme psikolojisi. Mağaralarda ya da barakalarda da yaşasalar, çoğunlukla avlanarak da hayatlarını geçirseler değişik saç stillerine, düzgün tırnaklara sahip olmak istiyorlar. Diyecek bir şey yok. Demir Çağı'nda da aynı şey Uzay Çağı'nda da. Metroseksüelliğin içeriği taa o zamanlarda bu zamanlara çok da fazla değişmemiş Allah'tan. Yoksa savaşacak erkek de kalmayacaktı yeryüzünde:)
Related Posts with Thumbnails