Tuesday, March 31, 2009

GÜZELLİĞİN BEDELİ:)

Ben gençkene, yani en azından 10lu yaşların sonunda, 20lerin başında falanken, annem pek bir şeye izin vermezdi. Bak okuyup yüzüne gözüne dursun diyecek napim:)Öyle gece çıkmaktı, akşam klüplere kaçmaktı falan şimdi girmeyelim o mevzulara.. Bugün bahsedeceğim konu güzellik-bakımla ilgili.Mesela annem kaşlarımı aldırmama izin vermezdi. Şöyle söyleyeyim, ben üniversite 1. sınıfta hala mcdonalds kaş şekli geziyordum, enine boyuna maşallah. Sadece iki kaşımın arasını almaya iznim vardı. Ben de biraz suyunu çıkarmıştım arasını alma işinin, bir aralar iki kaşımın arası otoyol gibi açıktı. Sonra artık üniversite öğrencisi olmanın verdiği isyankar ruhla:pp gidip gizlice aldırdım. Hiç de pişman olmadım, üstelik hain annem de oh iyi yapmışsın dedi, yaa anne dedim benim kaçıp yoldurmamı mı bekliyordun.Üstelik öğrendim ki kendisi lisedeyken aldırmış, az uyanık değil.Bir de manikür yaptırma derdi, ben inat ettim yaptırdım. Bakın ona pişmanım. Bir kere yaptırınca hep yaptırmak gerekiyor. Yani ilk yapılınca güzel de, o etler uzayınca çok feci bir görüntü oluyor. Bir de ben manikür yapanların iki huyuna acayip gıcığım:
1.Manikürcü camiasında sirkülasyon çok fazla. Hep gittiğiniz bir yerde, aynı kişiyi iki kere üstüste görmezseniz şaşırmayın. O yüzden bir türlü yıllardır şuna gidiyorum diyebileceğim kimse yok. Farklı kişilere gidince de bir öncekinin yaptığını beğenmiyorlar. Yok manikürünü kim yaptı, tırnağını kim törpüledi.. Bir öncekinin işini beğeneni görmedim, duymadım, bilmiyorum.
2. Manikür pensi. Ben kendi pensimi kendim götürürüm. Allah muhafaza mikrop falan kapmayayım diye. O pensler de pahalı şeyler. Üstelik kafama göre de almadım en son seferkini,o zaman gittiğim manikürcünün malzemecisinden aldım. Neyse o kullanabiliyordu mesela( bu kadın da ayrıldı ordan yoksa bırakır mıyım), ama başkasına gittim elime büyük, bir diğeri bileyi bilmem çizik,yok alışık değilim, yok cart yok curt. En son gittiğim yerdeki ucunu törpület demişti, gittim yaptırdım, bugün öğlen yine aynısına gittim, beni hatırlamadı ucunu törpület diyor tekrar. Sonra hatırlatınca kendimi birşey demedi.Ya illa bir kusur bulacaklar. Umumi pens de kullanmak istemiyorum zorla mı. Elini uydur yap bir şekil.Kaşlar neyse de valla şu manikür işine pişmanım pişmanım pişmanım.

Monday, March 30, 2009

İNADIN KATIR CİNSİ

Bende katır inadı var valla. Birini sevmedim mi sevemiyorum, mümkün değil. Bir sefer taktım mı, ııhhh ıhh içim ısınmaz.Taktığım bir kaç insan var mesela. Ama bakıyorum suç bende değil. Benim sevmediklerimi zaten kimse sevmiyor. Sevmemem için illa ki bana bir terslik yapmaları da şart değil. Tipinden anlıyorum uyuz tipleri, hani bazı insanlar iyidir yüzlerinden bellidir, nur yağmış derler ya. Böyleleri de tam tersi, gıcıklık akar suratlarından. Bir kere iki yüzlülüğe hiç gelemiyorum. Bana değil, başkasına yapmaları yeterli. Konuştuğu konuya ve kişiye göre ses tonunu değiştirenler... Özellikle de bir alt sosyal sınıfa ait insaları standart aşağılama ve emir tonunu takınanlar. Yapmacık davrandığı ayan beyan belli olanlar... Samimi olmadan canım cicim triplerine girenler... Çok bilmiş geçinenler. Normal şartlarda politik olmak, sevmediğin ama işinin düşebileceği tiplere şirinlik yapmak lazım ama nerdeee... Bırakın işimi hallettirmeyi, konuşmalarına dayanamadığım insanlara yapamam şirinlik falan. Kocamgil kızıyor bana, kızım köprüden geçene kadar ayıya dayı felsefesini unutma der ama... Ayı benim için her zaman ayı, dayı da dayıdır.Yok bundan ötesi. Seçimlere de kafam bozuk zaten, neyse Kadıköy aynen devam en azından. Bu düz halimle siyaseti de beceremem ben. Dansöz gibi kıvırtamıyorum...

Sunday, March 29, 2009

ASİL ÇOCUKLAR


Çocuk büyütmek için ayrı bir uzmanlık gerekiyor. Üstelik bu işin tek doğrusu da yok. O yüzden çoğu zaman çocuk yetiştirenlerin aynası oluyor. Çocuk yetiştirmenin gözünü parayla doyurmak, ne istiyorsa onu yapmak olarak düşünenler var. İmkanlar o kadar sonsuz ki, çocukların talepleri de o kadar sonsuz oluyor. Anne babalara da bu talepleri karşılamak düşüyor. Bu istekleri karşılamak iyi güzel de, bunları yaparken çocukları hayatın gerçeklerinden uzaklaştırmak tuhafıma gidiyor. Özellikle bir-iki olay duydum da çevreden, yazmadan edemeyeceğim.Okula, çarşıya, spora özel şöförlerle giden çocuklar bu hayatın ne kadar içindeler? Şöförü kazara gelemezse, öğretmeniyle vapura ve otobüse binmek zorunda kalan bir çocuğun, bir daha böyle olmasın, otobüse vapura binmek istemiyorum demesi trajikomik değil mi? Belli ki öğretmen de toplu taşıma araçlarını kullanıyor. Bu çocuk vapura binmenin ne ayrı bir keyif olduğunun neden farkında değil? Son model arabanın deri koltuk kokusu yerine deniz kokusunu içine çeke çeke yolculuk etmek ne demek biliyor mu? Şikayet ettiğine göre bilmiyor demek ki. Ya da trafik yüzünden arabayla en az yarım saat süren bir yolun metroyla 10 dakika sürdüğünün farkında mı? Bilmiyor belli ki. Ya da spordan alması için şöförüne telefon açıp gel, git şeklinde emir kipiyle konuşurken kibar olmak ne demek biliyor mu? Çünkü öğretilmemiş. Daha 15 yaşına gelmemiş el kadar çocukların gerçeklerden bu kadar had safhada uzak olmasının, bu gerçeklerin onlara öğretilmemesinden başka açıklaması olamaz. Zengin olunabilir, olanaklar çok fazla olabilir. Hoş ilkokul çocuklarının şöförü olması bana abartı geliyor. Servis denen bir şey vardır ki, çok eğlencelidir…Her çocuğun servis kültür edinmesi gerekir. Neyse dediğim gibi olanaklar çok olabilir ama bir çocuğu bu ülkenin yüzde 90’ının yaşadığı hayattan bu kadar soyutlamak, emrinde çalışan insanlara da saygısızlık etmeye kadar götürüyor. Çocuklara kendi gibi olmayan insanlara farklı davranmasına neden oluyor. Çocukları, asilzade ve seçme bir ırk gibi yetiştirmeye çalışırken, insanlıktan biraz daha uzaklaştırıyorlar bazıları, anlaşılır gibi değil…

Thursday, March 26, 2009

BİTKİLERİN DÜNYASI













Kestane, gürgen, palamut,


Altı yaprak üstü bulut...


Gel sen burada derdi unut.


Orman ne güzel..Ne güzel..
Böyle bir çocuk şarkısı vardı. Ormandaki ağaçları ezberletip biraz da ağaç sevgisi aşılamak amacıyla yazılmış bir şey. Evet normalde ağaçlar insanlara huzur verir ama bazı cinsleri pek öyle değil. Yani artık dert falan unutulmuyor da daha çok dertlerden dert beğeniliyor ağaçların altında gölgelenmeye kalkınca. Bir de kafanıza olmamış bir meyvanın düşme tehlikesi de cabası. Valla ne olduğunu anlamadan şapşala dönüverirsiniz. Etrafta da ağaç bol zaten.. Vallahi çeşit çeşit. Meyva ağaçları var, en iyisinden odun çıkartacak yontulmamış ağaçlar var. Hem bunları görmek, havasını solumak için öyle çok uzaklara da gitmek gerekmiyor. Şöyle bir dışarı çıksanız, çalıştığınız yerde etrafınıza baksanız, ya da birkaç arkadaşınızla konuşsanız hemen orman havası solumaya başlarsınız. Ormandaki iyi odun çıkaran ağaçlar dışında bir de meyva ağaçları var. Ama nedense bu ağaçtaki meyvalar bir türlü olmuyor. Hani yeni turfanda zamanında meyvalar çıkar ya, siz de ne zamandır yememişsinizdir, çok canınız çeker. Ama ekşidir biraz, görünüşü güzel olsa da tadı pek hoş olmaz. Aaa dersiniz bu meyva olmamış. Hep ağaçlardan bahsettim ama bir de sebzeler var. Pazardan alınır, bir güzel yıkanır, ayıklanır. Of of karnınız da nasıl acıkmıştır. Şöyle güzel bir sebze ziyafeti çekmek niyetindesiniz kendinize..Ama o da ne. Ya bu sebze pişmek bilmiyor.. Çiğ kalmış, kartmış canım bunlar. Tüh bak keşke pazarcıya kanmış olmasaydım diye hayıflanma zamanı. Ama yıkamak, ayıklamak ve pişirmek için ...Değmezdi tabi.. Şimdi bu kız gene neden bahsediyor, ne ağacı, ne meyvası, ne sebzesi diyorsunuzdur sanırım... Olmamış meyva, yontulmamış orman ağacı (ki yalı kazığı olarak adlandırabiliriz), çiğ kalan kart sebze falan ne anlama geliyor.. Bakın canım şöyle bir etrafınıza.. Ne olmamış adam, ne duyarsız bir insan, çiğ kişilikli budala dediğiniz kimse yok mu? Ne yapacağına karar verememiş, dengesiz, kendini bulunmaz Hint kumaşı zanneden, bazı bilinçsiz hemcinslerimiz yüzünden egoları patlayacak hale gelmiş, hala ortalıkta eller havaya modunda dolaşan tiplemeler...Adlarının ne olduğu da farketmez... Kısaca olmamış, çiğ, kazık kafa deyip geçin olsun bitsin:)

Monday, March 23, 2009

YETENEĞİN BÖYLESİ




İlkokulda, ortaokulda silgiyi kaybetmemek için boynuna asardı bazıları. Silgiyi ortasından delip, bir ipe geçirirlerdi. Çok şahane bir görüntü olmazdı ama en azından sürekli yere yuvarlanıp, yapısı gereği zıplak bir maddeden yapıldığı için nereye savrulacağı belli olmayan silgi, kaybolmamış olurdu. Ben bunu hiç yapmadım. Güzel renkli silgilerime asla kıyamadım. Ben onları özene bezene alırdım, neymiş canım ortasına kocaman bir delik açıp, adam asar gibi ip geçirmek. Hem ben unutkan mıyım, savruk muyum, neden kaybedeyim ki silgimi. O yaşlarda, o akılla en büyük derdimiz cicili bicili eşyalarımızı kaybetmekti, çıkış yolu da alternatif çözümler üretmek. Şimdilerde silgi kaybetmek gibi bir problemimiz yok tabi. Bir tane beyaz bir silgim var, o da ofisteki masamın bir yerlerinde duruyor, kimbilir ne kadarda bir kullanıyorum zaten. Kaybolursa da yenisini alırım. Artık birisinin size olan sevgisini, saygısını kaybetmek, itibar kaybetmek, başarının azalması, para yetiştirememek gibi daha kırtasiyeden bağımsız problemlerimiz var. Silgimiz de olmadığı için, yapılan yanlışları ya da istemediğimiz yazıları silmek pek de mümkün değil zaten. Sevgiden, başarıdan, paradan bahsediyoruz. Ortasını delip boynumuza asacak halimiz olamıyor işte. Yoksa aslında zıplak silgiden çok da aşağı kalır yanları yok, bir bakmışsınız elinizden kayıp gidivermişler. Yoksa aslında hiç mi yoklardı demek işten bile değil. Hoş asılsalardı da ben asar mıydım o da muamma. Silgimi deşmeye kıyamayıp, kaybetme riskini göze alan benim, burada da farklı davranamam herhalde. Ama işin kötüsü yapabilmek lazım belki de. Birinin kalbini ortasından delip boyuna asacaksınız ki, sizi hiç bırakamasın mesela. Yani ona kötü davranıp, üzüp, ne yapacağını şaşırtmak lazım ki, o hiç gidemesin, boynunuzda asılı dursun. Hep üzerinde ipini çıkartıp onu fırlatacakmışsınız korkusunu yaşasın. Bu benim asla yapmadığım, yapamadığım bir meziyet. İşin kötüsü, daima da işe yarar. Meziyet diyorum çünkü, birini elde tutmak için ona kötü davranmak yetenek ister, bende bu konuda hiç olmayan bir cinsten...

Friday, March 20, 2009

TEPEMDELER

Acayip sinir olduğum bir şey söyleyeyim mi?
Zaten artık burasını da ağlama duvarına çevirdim. Sinir oldukça vur klavye tuşlarına.
Hani önemli biri bir yerden bir yere gideceği zaman yolları kapatıyorlar ya. Nefret ediyorum. Bürokratların topu böyle. En azından çoğunluğu.
Ya sen bu millet sayesinde orada ahkam kesmiyor musun? Herkes trafikte kavrulurken, sen kimsin de salınıyorsun boş yollarda. Bize de avel avel bakmak kalıyor durdurulmuş trafikte. Ağam paşam geçecek ya.
Bir de emniyet şeridini sever böyleleri. Yol kendileri dışındakilere kapatılabilecek gibi değilse, dalarlar emniyet şeridine.
Bürokratların hepsi o ya da bu şekilde oyla gelmişlerdir oldukları yerlere. İnsanların nasıl bir hayat yaşadıklarının gerçeğiyle yüzleşmezsen, nasıl temsil edersin onları? Benim çektiğim trafiği çekmeyen, yollarda sıkıntıdan patlamayan adam benim derdimi nereden anlar.
Camlar kapkara, zaten kim geçiyor o da anlaşılmıyor. En fazla plakadan tahmin yürütülebilir. Ona göre hangi makama saydıracağına karar verebilir insan.
Sabah eşim Nakkaştepe’den tam köprüye çıkacağı sırada gene kim geçiyorsa köprüden, köprüye girişi kapamışlar. Benim de bu konuya dellendiğimi biliyor, arayıp gaza getirdi beni yazsana diye.
Bak bir kere de Papa gelmişti, adam hangi semte gidecek olsa, çevre üç semti trafiğe kapatmışlardı. Papa’nın derdi, hepimizi gerdiği için.
Zatan hangi devlet başkanı gelse, korumaktan mı aciziz anlamadım, hop heryeri kapa trafiğe.
Başka ülkede olsa millet ayaklanır, bak bakalım bir daha yol mol kapatılabiliyor mu?
Herkesin canı can, bizimki patlıcan ya, ondan oluyor bunlar.
Politikaya mı atılsam ne, belki benim de canım patlıcanlıktan asalete terfi eder, kimbilir:)))

Tuesday, March 17, 2009

SÜPER BİR BAHANE



Bu ara bende bir hareket, bir hareket sormayın gitsin. Uzun zamandan sonra spora başlayacağım, hadi hayırlısı diyorum. Bakalım kaç gün sürecek bu spor sevdam? Sporla pek aram olmaması kendime en kızdığım konuların başında gelir, ama yine de yapmamak için uydurmadığım bahane de yoktur. Ama işte en nihayetinde bahaneler de bir yere kadar dayandı ve başlıyorum da, tam kararımı verdiğim gün tembel bayanlar için egzersiz rehberini okumak da tekrar vazgeçmek için bir neden olabilir. Çünkü bunu okuyunca bir baktım, ben zaten spor yapıyormuşum. Ve kendi alanımda o kadar da tembel sayılmam:) İngiltere'de yayınlanmış bu iki listeden haftada en az ikişer madde gerçekleştirilmesi halinde bayağı kalori yakılıyormuş:

  • LİSTE1:

  • Dostlarla günde 40 dakika dedikodu yapmak -42 kalori

  • Dostlarla dedikodu yapmak için 5 dakika merdiven çıkmak - 43 kalori

  • Yolun karşısındaki kafeye 2 gidiş - 94 kalori

  • 1 saat boyunca mail yazıp cevaplamak - 90 kalori

  • Yazıcı ile fotokopi makinası arasında 25 tur - 48 kalori

  • Dışarı çıkarken kıyafet seçmek için 30 dakikalık deneme yanılma - 95 kalori

  • 30 dakikalık ev temizliği -143 kalori

  • LİSTE 2:1 saatlik romantik yürüyüş - 285 kalori

  • 1 saatlik yoga dersi - 229 kalori

  • 2 saat dansetmek - 762 kalori

  • Arkadaşlar için akşam yemeği hazırlamaya çalışmak - 239 kalori

  • 45 dakikalık öğlen tatilinde kıyafet alışverişi yapmak - 214 kalori
Böylece iyi kötü neden sporsuz idare edebildiğimi de anlamış oldum. Tamam ikinci liste sürekli uygulanamaz ama ilk listedeki maddelerin çoğunu bırakın haftada iki kere, düzenli olarak her gün yaptığım için böylece formumu korumuş oluyormuşum da haberim yokmuş. Evet içimdeki tembel ses dur diyor ama ben onu dinlemeyecek ve spora başlayacağım. Bu listeyi de yakında yorulup sıkılınca vicdanımı rahatlatmak için kullanırım, hani ben zaten formumu koruyorum spora ne hacet diye:)

Sunday, March 15, 2009

YE YE YE



Ben küçükken TRT’de bir program vardı. Daha doğrusu program değil de, hani bilgilendiren ve nasihatlerde bulunan kısa yayınlar. Bunlardan bir tanesi “Bir alışveriş, bir de fiş” idi. Yapılan alışverişlerin ardından mutlaka fiş alınması gerektiğine ve bunu bir vatandaşlık görevi olduğuna dikkati çekerdi. Bir diğeri ise vergi vermenin önemini anlatan “Ödediğiniz her vergi size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir” filmciği idi. Çok net hatırlayamıyorum aslında, ama sanırım köprüler, barajlar yani kısacası büyük yatırımlar falan gösteriliyordu. Ardından da “İcraatın İçinden” çıkarak Özal kurulurdu ekrana. İktidarlarında gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirecekleri yatırımlarından bahsederdi. Çocukluğum böyle geçti gitti. Devlete verilen her verginin bana mutlaka bir hizmetle geri döneceğini sanırdım. Ama maalesef bu inancımı yitireli çok zaman oluyor. Sanırım bir türlü tamamlanamayan yolları, hala var olduğunu duyduğum elektriksiz köyleri duydukça da bu inançsızlığım artıyor. Eskiden vergisini kaçırana tü kaka gözüyle bakılırken, şimdi paraları hortumlarıyla hüp diye içine çekenler krallar gibi yaşıyor. Banknot sayılarını benim küçük dimağımın alamadığı miktarlarda parayı cebe indiren nice nice banka patronlarını, gazete ve televizyon sahipleri, bürokratlar, politikicaların yavruları periyodik aralıklarla medyada görünce, bunlar el üstünde tutulunca içim daha çok bulanıyor. Acaba vergisini vermek için çalışan insanların ödediklerine mi yanalım, yoksa kriz yüzünden işsiz kalan bir sürü insana mı? Paraları arsızca götüren bu yüzsüzleri gördükçe aklıma Susam Sokağı geliyor. Orada bir kurabiye canavarı vardı. Kurabiyeyi o kadar çok severdi ki, ellerine sığmayıp taşan kurabiyeleri boğulma pahasına ağzına tıkar da tıkardı. Bu kurabiyeleri kimse alamazdı elinden. Ben kurabiye canavarına bayılırım orası ayrııı, ama yine de bu para yiyicileri ona benzetmekten kendimi alamıyorum. Ellerine avuçlarına sığdıramadıkları paraları doymak bilmeyen bir iştahla yiyorlar da bir türlü boğulmak bilmiyorlar. Aslında bu konular gayet bilindik, ve artık beylik konuşmaların baş malzemesi olan konulardır. Peki niye yazdım? Çünkü her ay bordromda vergi hanesinde gördüğüm rakamla maaşımı karşılaştırdığım zaman fena oluyorum. Belki gerçekten ödediğim vergiyle bir yolun tamamlandığına, bir okulun yapıldığına, bir hastanın tedavi masraflarının karşılandığına emin olsam içim rahat olacak, üstelik de bir katkım olduğu için kendimle de gurur duyacağım . Bir yol asfaltının bir kısmında, yerini bilmediğim bir okuldaki bir sırada ya da bir hastanın iyileşmesini sağlayacak bir kutu ilaçta ufacık da olsa bir katkım olduğu için bordrodaki vergi hanesine bakınca sinir olmayacağım. Ama maalesef bana öyle geliyor ki, hepimizin kendini paralamasının sonucu, birilerinin ceplerine gidiyor. Kaçarı yok:(

Saturday, March 14, 2009

TOKSİN SAVAŞLARI


Yaz geldi gelecek. Herkes izin dönemini iple çekiyor. Hoş bayramdı seyrandı derken bu sene yine bayağı tatil yaptık bahaneyle. Ama yaz tatilinin keyfi bir başka. Şöyle bir detokslanıp bünyeyi zehirden arındırmak lazım. Kış boyunca içimiz doldu valla, yazın bunları şöyle havaya karıştıralım. Peki hetokslanmaya ne dersiniz? İhtiyacı olanlar şöyle ortaya çıkıversin bir zahmet. Öncelikle haydi spora. Öncelikle biraz zayıflamak lazım. Zayıflayalım ki beğendiğimiz kıyafetlerin içine girebilelim. Evet şimdi hedefimiz çılgın bir alışveriş. Beğendiğimiz herşeyi alalım. Gardrop baştan sona yenilenecek ona göre. Eskilere veda, yenilere merhaba. Üstümüz başımız tamam. Sıra geldi saçlara. Biraz rengini değiştirelim, uçlarından da biraz kırıklarını aldırdık mı tamamdır. Güzel de bir fön, manikür pedikür de olmazsa olmaz. Aynaya bakalım şimdi de: Evet şahane oldum. Biraz karnım mı acıktı ne... Bizim kızlar nerede kaldı? Haydi şöyle deniz manzaralı güzel bir yerde yemeğimizi yiyip hafif içkimizi yudumlayalım. Oh bugünüm ne güzel geçti. Yarın ne yapsak acaba? Yarınım bugünümden de güzel geçsin. Hetokslanmak da ne, hemen açıklayalım: Kadınları erkeklerden arındıran, erkeklerden uzak durmak ve keyfince yaşamak anlamına gelen yeni bir akım. Nasıl detokslanarak vücudu zehirden arındırıyoruz, hetokslanarak da beynimizi erkeklerden arındırıyoruz. Erkeklere istemeden beynin zehiri demiş oldum mazur görünüz. Ama inanın ki hetoksun tanımı bu, ben ne diyeyim:) Bu kavram aslında İngilizce' de "erkek" anlamındaki "he" kelimesinden türetilmiş. Türkçe' de ise 'herif' in 'he' si olarak tanımlanıyormuş. Sadece herif değil, heyecansızın he' si, hezeyana iten insanın he' si, hep bana hep bananın he' si olarak da tanımlayabiliriz. Nasıl olsa hepsi aynı kapıya çıkıyor. Ha herif, ha bunlar ne farkeder. Şimdi kadınlar için hetokslanmak modaysa, erkekler de şeltokslansın. Yani ben Türkçe' sini yazdım, sheltokslansın demek istiyorum. İngilizce' de "kadın" anlamındaki "she" kelimesinden türettim ben de. Hem fena mı olur, zararlı düşüncelerinden de biraz olsun kurtulmuş olurlar. Hep biz mi şikayet edeceğiz erkeklerden, onların da bizden şikayeti vardır kesin. Şeltokslanıp rahatlayıverirler. Yaza bomba gibi girmek için hadi bayanlar hetokslanmaya, hadi baylar şeltokslanmaya, birbirimizden arınalım, hoppa:)

Friday, March 13, 2009

ANİ DEĞİŞİKLİK SENDROMU



Normal bir insan neden ara sıra sapıtır? Bu duygusal dengesizlik midir, yoksa olağan bir ruh halimi? Bazen insan kendinden beklenmeyecek öyle hareketler yapar ki, kendi bile bu yaptıklarına şaşırıp kalır. Sapıtmak derken delirmek, sağa sola saldırmak anlamında söylemiyorum. Kalabalık içinde göbek atmayı aklından bile geçirmeyen, hatta böyle durumlarda mümkünse masanın altına girmeyi tercih eden bir insanın birden 40 yıllık Shakira kesilmesi bu konuya iyi bir örnek olabilir. Peki insandaki bu tip ani duygu patlamalarına neler sebep olabilir? Aslında bir çok şey. Belki darbukanın karşı konulamaz tıkırtıları, belki kuzeninin askere gidişi, belki de masada aniden bunalması.Bu ani duygu patlamalarına sadece göbek atma örneğini vermek de yanlış olur tabi. Bu sadece kendimden bir örnekti. Geçen hafta sonu sayamayacağım bir çok nedenden o kadar çok atlayıp zıpladım ki ortada, ben bile kendime şaşırıp kaldım. Ama biri kuzenimin askerlik yemeğiydi, diğeri de bir arkadaşımın doğum günü.. Yani bahanelerim de hazırdı:) Neyse kendimi bir yana bırakacak olursam, dediğim gibi bu tip ani patlamaların bir çok nedeni olabilir. Genelde hayatın rutin akışı, alışkanlıkların iyiden iyiye alışkanlık haline dönüşmesi insanı kimi zaman patlama noktasına getirebiliyor. Aslında biz hayatımıza ufak tefek, eften püften, başkaları için belki bir anlam ifade etmeyecek, ama bizim hayatımız renklendirecek küçük heyecanlar kattığımız sürece yaşamaktan daha fazla zevk alabiliriz. İnsan hayatının ne kadar rutine bağlandığını ve istisnai durumlar dışında, günlerinin ne kadar çok birbirinin aynısı olduğunu ancak yaşı biraz büyüyüp, yerleşik hayat düzenine geçince anlıyor. Üstüne giydiği kıyafet, yaptığı birkaç farklı telefon konuşması, ya da yediği yemek dışında her gün birbirinin aynı geçiyor. Bu da insanı sıkmaya başlıyor bir süre sonra. Böylece hayatına değişiklikler katmak istiyor. Örneğin spor yapıyor, yeni yeni arkadaşlar ediniyor, yani kısacası sosyalleşiyor. Yine konudan konuya geldim. Kafamda düşünceler yine dans halinde olduğu için bir sürü şeyi bir anda düşünüp, iki farklı konuyu bağlamaya çalışıyorum yine. Yani, ani göbek havalarımın rutinliğimi kırma konusuyla bir alakası yok ama, işte o konudan bahsederken yine kafamda bir sürü şey uyandı da, birden kendimi bu konuyu yazarken buldum. Siz de böyle yapın. Tek yönlü düşünmeyin. Değişik, deli dolu düşüncelerin mantığınızı yenmesine izin verin bazen. Kantarın topuzunu kaçırmayın tabi ama mantığınızın da esiri olmayın. Hayatın sizi istediği yere götürmesin, siz hayatı istediğiniz yere götürmeyi çalışın elinizden geldiğince. İçinizden gülmek gelmediği zamanlarda bile gülmeye çalışın, olmadı başkalarını güldürün. Onların neşesi bulaşıcı olabilir. Daha önce söylemiştim sanırım, dizi film gibi yaşarım hayatımı, senaryolarımı yazıp oynarım diye. Her ne kadar senaryolar işlese de , bazen beklenmedik olaylar yani kamera şakaları olabiliyor, ama ben o an kameraya el sallamayı tercih ediyorum. Siz de sağa sola el sallayın. Benim size tavsiyem akıllı olun, boş olmayın dolu olun, ama biraz da kaçık olun. Hayat böyle daha renkli oluyor.

Wednesday, March 11, 2009

İMDAT ÇIĞLIĞIM


Bunu belki burada söylemek o kadar da doğru bir şey değil ama, ben konu bulamaz oldum artık. Şurada iki cümleyi bir araya getireceğim diye ne taklalar atıyorum bilseniz. Ha çıktı çıkacak diye kucağımda bilgisayarla uyuyakaldığım haftalar daha çoğunlukta son zamanlarda. Tamam bak bu konu olur diyorum tam, hop iki paragraf yaz, o kadar, kasıyorum ama olmayınca olmuyor, tek kelime daha çıkmıyor. Haydi baştan başka konu bul bulabilirsen. Gündem mi çok kısırlaştı bilmiyorum. Ya da illa ki iyi yazı yazmak için duygusal travma mı geçiriyor olmam lazım? Çok fena depresif ruh halim en verimli dönemim oluyor. Şöyle normal bir zamanımda kendimi ifade edemeyecek miyim? Ağlaya ağlaya çok fena döktürüyorum, aaa bir bakmışım sayfanın sonu gelmiş bile. Bu aralar normalim ya kitlendim, aç açabilirsen. O yüzden de gündemden beslenmem lazım, ama enteresan bir mevzu yok. Biri çıksa mesela çok abuk sabuk bir laf etse İngiliz bilim adamları tuhaf araştırmalarını basına verse, Japonlar yine birşeyler icat etse. Hiç olmayacak bir yasa kabul edilse. Bu komiklik de ancak Türkiye'de olur denebilecek bir olay olsa mesela. Ama yok... Herşey sıradan, hep önceden yazdığım konular, yazdığım abukluklar. Hoş iç karartıcı haber arıyor olsaydım, eminim kolaylıkla bir kaç haftalık yazıyı 1 saatte yazar, bir kenara koyardım. Ancak içim almıyor bunları da, elim varmıyor yazmaya.Yani ne olacak böyle bilmem. Ya bu gündem şöyle neşeli bir şekilde hareketlenecek, ya da ben sağa sola nolur yetmedi biraz daha kalbimi kırın diye saldıracağım. Yoksa yazarlık mazarlık tarih olacak Allah muhafaza:)

Tuesday, March 10, 2009

AĞLATMAK TEHLİKELİDİR


Ağlamak güçsüzlük belirtisi midir? Değildir. Ağlamak gülmenin tam tersi değil mi? Evet... Çok ağlayan güçsüz de, çok gülen güçlü mü? O da değil. Hatta kimi zaman çok güler yüzlü olan insanların içindeki sıkıntıları dışına vurmak yerine bunu belli etmeden yaşamayı tercih eden insanlar olduklarını da görüyoruz. Ağlamak da öyle işte. İçi dışı bir olan insanların kendini ifade etme biçimlerinden biri. Kadınlar daha çok ağlar doğru ama neden ağlar? Kalbi acıdığı için ağlar bir kadın. Artık kalbi kırıklık kontenjanını çoktan doldurduysa ağlar. Evet belki herkese ağlamaz. Belki de o kadar ağladığının hiç kimse farkında değildir. Onu en yakından izleyen, gözyaşlarıyla bire bir muhattap olan cebindeki mendiliyle, yatağındaki yastığıdır. İki dakika önce telefonda şen şakrak konuşan, bütün gün iş yerinde kakara kikiri yapan bir kadının evinden adımını attığı anda gözyaşlarına boğulmadığının garantisini kim verebilir? Ama tüm bunlar onun zayıflığından değil, artık bıçaklar kalbinde saplanacak yer bulamadığından olur. Haa kadın sonra unutur mu bunları, asla unutmaz. Sadece gözyaşları biraz kuruduktan sonra saplanmaya hazırlanan diğer bıçaklar için usulca yer açar. Ama her seferinde bu yerleri bir sonraki saplanmanın etkisi az olsun biraz daha korumaya alır. Elinden geldiğince tabi. Çok ağlayan kadın güçlüdür yani, hep kuyruğu dik tutar, belki biraz hüzünlüdür ama diğer insanlara herşeyi geride bıraktığı imajını çok rahat çizer. Zaten ağlamaktan yoruldu anda da, gerçekten de herşeyi geride bırakır. İşte tam o anda uğruna ağladığı şeyler gittikleri yerden dönerler belki, ama çok geç değil midir artık? Dağılan birinin toparlanması zordur evet ama bir kere toparlanmış biri de kendini isteyerek bir daha zor dağıtır. O yüzden ağlatmayın kimseyi.. Sonra dönecek yüzünüz olmaz. Hadi oldu diyelim de yüzsüzlüğünüze bakacak birini de bulamayabilirsiniz.

Monday, March 9, 2009

YENİ ALBÜM ÖNERİSİ


Bir kaç seferdir servisle eve gelirken servis şoförü eski Türk musikisi şarkıları çalan bir radyo dinliyordu. Çok fazla dinlediğim şarkılar olmamasına rağmen çoğunun sözlerini ezbere bildiğimi farkettim. Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım, bir haykırsam belki duyulur sesim, ben yalnızım ben yalnızım yalnızım...Ya daDalgalandım da duruldum, koştum ardından yoruldum, binlerce güzel sevdim de, sevdim deeee, bir tek sana vuruldum...Veya Sana sevgiler sonsuz, henüz geçmedi zaman,gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri, çalmadan gir içeri...Pop tarzına o kadar alışmışız, hatta belki biraz da sıkılmışız. Bunları dinlediğimde belki herhangi bir aşk şarkısını dinlediğim zaman duygulandığımdan çok daha fazla duygulandım. Bunda belki serviste karanlıkta tek başıma oturuyor ve yıldızlar ve dolunaya bakıyor olmamın da bir etkisi olabilir, ama yine de bu şarkılaırn hepsinin beni bir yerlere götürdüğünü itiraf etmek zorundayım. Bilmem belki de yapılmıştır ama bence gençler için böyle ünlü sanat musiki parçalarından oluşan albümler hazırlasalar. Eminim alıp dinleyen çok olacaktır. Haydi bu akşam fasıla gidelim diyen 20-35 yaş gençliği o kadar çok ki... Eee ne de olsa Türk milletinin evlatlarıyız, inkar bile etsek bazen severiz böyle udlu, tefli,, kanunlu eğlenceleri... Biraz hüzünlenip, kendimizi yemeğe içmeye vurmayı... Kanımızda var:)

Sunday, March 8, 2009

8 MART



Bugün 8 Mart... Yani Dünya Kadınlar Günü. Elbette ki Kadınlar Günü gecelikleri çıkartıp bu günü ticari bir güne dönüştürenler de var ama neyse. Uzay çağında olmamıza rağmen hala kadın, genel olarak ikinci planda. Kadınların en yoğun çalıştıkları alan politika, teknoloji, otomotiv, bankacılık ya da benzeri alanlar değil, ev hanımlığı alanı. Hatta ikinci plana itmeyi bir kenara bırakın, bundan çok daha beteri bazı erkekler karısını kapı önüne koyarak, töre uğruna öz kardeşine kıyarak ya da hunharca katlederek bir şekilde duygusal bir tatmine ulaştıklarını sanıyorlar. Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, o günü şu günü gibi günlerle pek hazzetmediğimi hep söylerim aslında. Her gün göstermemiz gereken sevgiyi ve saygının önemini bir günün çatısı altında birleştirmek çok da mantıklı gelmiyor, biraz da ticari geliyor ama yine de yıl boyunca göstermeyi ihmal ettiğimiz ilgi ve şefkati gösterebilmek için de vesile oluyor. Bayanlara yapılan haksızlıkları sembolik bir şekilde bile olsa 8.Mart bahanesiyle kınayabiliyorsak da ne mutlu bize. Hem şımarmak kadınlara yakışıyor. Biraz nazla geçiyor bizim şımarıklığımız. O yüzden bugün yanınızdaki bayanı birazcık şımartın derim ben beni okuyan beylere. Ben bu yazıyı Cuma günü, hava yağışlı ama ılık. Bu Pazar günü hava nasıl olacak bilmiyorum ama, bahane uydurmaca yok. Hava nasıl olursa olsun önce dışarda şöyle güzel bir yemek, sonra da azıcık alışveriş... Vitrinlerde istediği kadar vakit harcama, maddi limitleri azıcık zorlama hakkı falan. Belki bir sinema, hadi hiçbiri olmadı bari bir demet çiçek...Yukarda da yazdığım gibi bin bir türlü eziyet edilen, hakları hep yenen kadınları gördükçe neden Dünya Erkekler Günü olmadığını da anlıyorum aslında :) Bayanlar, sizi şımartacak bir bey yoksa da boşverin. Güzel bir gün geçirmek için ille de erkek olmak zorunda değil. Siz kendi kendinizi şımartın. Güzel makyaj malzemeleri alın, saçınıza fön çektirin, her zamankinden azıcık daha şık olun o gün, rejimi boşverip de kocaman bir dilim pasta yiyin. Ne de olsa bugün Dünya Kadınlar Günü....Keyfini çıkarmak lazım:)

Saturday, March 7, 2009

GEZELİM GÖRELİM


Bahar geldi hoş geldi, hatta yollara bahçelere ve kaldırımlara lale geldi. İstanbul' da yer gök lale. Hele bir de Sultanahmet'i görün. Güneşli bir günde Sultanahmet'e gitmenizi şiddetle öneriyorum. Böyle bir görüntü yok. Caminin zaten insanı tuhaf bir şekilde etkileyen duruşunu bir kenara bırakın, bir de pırıl pırıl güneşin altında rengarenk lale cümbüşünü seyre dalın. Sadece Sultanahmet mi? Hayır İstanbul' un her köşesi öyle. İnsana resmen en sinirinin bozuk olduğu halde damardan yaşama sevinci aşılıyor. En büyük merakım bu lalelerin ömrünün ne kadar olacağı. Umarım en azından bir süre daha kalıcı olurlar da biz de biraz daha keyfine varırız. Sözde bahar aylarında olmamıza rağmen güneşin yüzünü göremediğimiz için, güneşli havalarda da lale keyfini sürmek istiyorum ben şahsen. Lale konusundan bağlayaraktan ben size alternatif bir Cumartesi teklifinde bulunayım. Ben yaptım çok güzel oldu. Vapura binin karşıya geçin. Ama özellikle teras kısmında oturacaksınız. Avrupa yakasında otursanız da önce Anadolu'ya geçin, sonra tekrar Avrupa'ya ki vapur keyfiniz eksik kalmasın. Tabi ki mantıksız ama mantık arayan kim zaten. Eminönü iskelesinden verin kendinizi yukarıya doğru, önce Mısır Çarşısı. Tropikal meyvelerden yapılan meyve kurularında almayı unutmayınız. Özellikle papaya, mango ve çilek şiddetle tavsiye edilir. Sonra Mahmutpaşa üzerinden ver elini Kapalıçarşı. Mahmutpaşa'da öyle bir çeyiz piyasası var ki aklınız durur. Bekar girip evlilik kararı verilerek çıkılabilir. Çünkü insanların o heyecanlı alışverişleri insanı resmen içine çekiyor. Düğün heyecanı resmen alışverişlerine yansıyor. Acaba alsam da saklasam mı bile diyebilirsiniz.Ve işte Kapalıçarşı cenneti. Kendi ülkende turist modunda olmak acayip keyifli, hele de satıcılar tarafından İspanyol sanılıyorsanız benim gibi, bayağı matrak da olabiliyor. Alışveriş yapmak bir zorunluluk da değil. Bu gezinin esas amacı oraların hiç değişmeyen, hep aynı kalan enteresan kokusunu turistmişçesine içine çekmek değil mi zaten... Gezin tozun, Kapalıçarşı' nın hanlarını keşfedin. Ayaküstü birşeyler atıştırıp, biraz daha dolanıp evinize dönün. Vaktiniz kalmışsa ve üşenmezseniz Sultanahmet' e de gidiverin. Ben kısa zamanda tekrarlamayı düşünüyorum şahsen, meyve kurularım da bitiyor, almak lazım:)

Friday, March 6, 2009

YENİ UZMANLIK ÇALIŞMASI



Umarım geçici bir dönem yaşıyorumdur. Hiç bir kıyafet, ayakkabı, çanta indirimini kaçırmayan ben artık kulvar değiştirdim. Evet hala indirim, kırmızı etiket, sarı nokta peşinde koşuyorum ama bu sefer başka mağazalarda… Ev tekstili, ev dekorasyonu ve tabakçı, çanakçı. Mesela nasıl ki insan beğendiği bir bluzun her rengini almak ister, bende de şimdi beğendiğim her tabağın her rengini ve çukur, düz olmak üzere her modelini, beğendiğim çiçekli bir nevresim takımının her çeşit çiçekli her renk modelini almayı istemek gibi durdurulamaz bir istek var. Elbette almıyorum, alamıyorum… Evimin de bir sınırı var bunları yerleştirebilmek için. Ama her gördüğümde de içim kalmıyor değil. Çocukken annem giydirirdi, kıyafetlerimi o seçerdi. Zevkli bir kadın olduğu için de güzel şeyler seçerdi, ama yine de kıyafetlerimi kendim seçmeye başladığım dönem son derece heyecanlı ve nereye saldıracağını bilmez haldeydim. Hala üst baş alışverişi yaparken heyecan duyarım:) ama ilk amatör günlerim geride kaldı artık. Şimdi ev alışverişi konusunda uzmanlığımı geliştirmeye çalışıyorum. Aslında ev için alınan her türlü şeyin modası da en az üstbaşlar kadar hızlı gelişiyor. O yüzden alınan her şeyin bir süre sonra demode olması tehlikesi de var tabii. Ama ben yine de her gördüğüme atlamaktan kendimi alıkoyamıyordumm ki... biri beni durdursun derken, eksik olmasın diyemicem krizimiz sayesinde durdum zaten. Buna en çok sevinen de kocamgil olmuştur sanırsam :))

Thursday, March 5, 2009

LOKMA EZİYETİ



Yemek yemek ne anlama geliyor sizce? Herşeyin herkes için bir anlamı vardır. Mesela su içmek ihtiyaç, çikolata alışkanlık, erken uyanmak işkence gibi. İşte yemek yemenin de karşılığını düşünün, ama cevap ihtiyaç olmasın. Evet, beslenmek için yemek zorundayız, ama bundan keyif alıyor musunuz? Yani yemek demek keyif demek mi? Yani yaşamak mı? Ya da, aklıma başka bir neden daha geldi... Hesap yapmak mı? Bu yediğim kaç kaloridir acaba? Şimdi ben bunu yiyorum ama, düşen yağ oranıma bir yüzde daha ekledim mi acaba? Fazla kaçırdım, akşam çok az yemeliyim, ya da aşırı çok yedim, üç gün yemesem acıkmam gibi... İşte... Cevabınız hesap yapmaksa fena. Cevap beslenmek bile olsa daha iyiydi. Çünkü tam bir işkence. Bitmek bilmez ve aşağı yukarı her öğünde tekrarlanan periyodik bir vicdan azabı.Yağsız yemek, mantıyı bile sossuz söylemek, zeytinyağlı yemeğin yağını süzerek tabağa koymak, meyveyi sayılı yemek. 3 üzüm, 5 kayısı, yarım muz... Lokma saymaya mı geliyoruz bu ölümlü dünyaya. Yemek keyif olmalı. Güzel donatılmış bir masada, az ya da çok yensin farketmez, için rahat olarak gitmeli çatallar tabağa. Karınca kararınca belki, ama en azından bir yirmi dakika kafadaki kalori hesap cetvellerini rafa kaldırmak. Bu hesap peşine zaten tadı alınır mı o yemeğin? Yenen o iki lokmadan ne hayır gelecek? Zaten az yeme psikolojisine girdikçe insan, daha çok acıkmaya başlıyor. Gözü kendi tabağından çok, diğerlerinin tabağına kayıyor. Bu yemeğin hesap kitap işi tok gözlüyü bile yoldan çıkarır da, aç gözlü birisine çeviriverir vallahi. Hesaplamayın, hesap yapma gerekliliğini görmezden gelin. Fazla kaçırmadan ama keyif alarak yiyin... Meyvaları sayılı mı yemeniz lazım, çok güzel bir tabağa koyun o zaman mesela. Sadece dört köfte yemeniz mi lazım, bir salata yapın, içine atın hepsini, o restoranlarda yenen pahalı salatalardan farkı kalmaz. Kuru diyet bisküvileri bir bardak şekersiz çayla ıslatın. Ağzınızın tadı kaçmasın.Yediğinizi arttıramıyorsanız, süsleyin. Keyfini bari böyle çıkarın. Ha bir de eskiler yiyebiliyorken yiyin derler... Yaş ilerleyince tansiyon, kolestrol da başa dert oluyor, işin tadı iyice kaçıyor. Bahar da geliyor, incelme peşine rejim depresyonuna girenlere duyuru olsun diye yazdım. İnceleceğim derken, vicdanınızla boğuşmayı bırakın bir kenara, değmezzz...

Wednesday, March 4, 2009

TUVALET TANIŞIKLIĞI


Tuvaletler değişik ortamlardır. Özellikle de bayan tuvaletleri. Umuma tamamen açık olanlardan bahsetmiyorum. İşyerlerinde ya da okuldaki tuvaletler benim dediklerim. Böyle yerler yeni arkadaşlar Nedense biz bayanlar birbirine en çok düşman olan varlıklar olmamıza rağmen yine de garip bir dayanışma içerisindeyizdir."Rimelin evde mi kalmış, ben vereyim şekerim" , "Ay falancaya acayip sinirlendim, kendimi buraya attım, valla biraz daha konuşsaydı şöyle suratının ortasına bir tane patlatacaktım", "Üstündeki gömlek süper, acayip yakışmış, nereden aldın?" ya da "İndirimler başladı, ay inanamazsın fiyatlara" gibi geyikler sürekli döner. Üstelik bu konuşmaları yapanlar öyle can ciğer kuzu sarması da değillerdir. Sadece tuvalet tanışıklıkları vardır. Günaydın, iyi günler ya da iyi akşamlar ile başlayan konuşmalar yavaş yavaş değişir, n' aber, nasılsına döner. Bundan sonrası da dertleşme, beraber ağlaşma falan olur. Ha tabi başka bir bayanın dedikodusunu yaparken kabinlerden birinden o bayanın çıktığını görmek gibi yer yarılsa da içine girsem durumlarına da sahne olabilir tuvaletler. Erkekler tuvaleti muhabbetleri nasıl olur bilemiyorum ama bence onlarınkinden de dedikodu eksik olmasa gerek. En azından öyle tahmin ediyorum. Erkekler her ne kadar inkar etseler de en az kadınlar kadar hatta kimi durumlarda onlardan bile fazla dedikoducu oldukları için kadınların bile duymadıkları bomba haberleri ulu orta konuşuyorlardır. Sormak lazım aslında, maç mı konuşuyorsunuz, dedikodu mu yapıyorsunuz diye? Cevap ne olurdu acaba?

Tuesday, March 3, 2009

HAYALET AVCILARI



Bizi üzen, kaba bir tabir olacak ama zamanında hayatımızın içine eden insanların hayaletleri hala neden etrafımızda dolaşıyor. Eskiden Hayalet Avcıları diye bir çizgi film vardı, adları üzerinde, hayalet avlarlardı. Onlardan her eve lazım. Gelip çevremizde dolaşan kötü ruhlardan bizi kurtarsınlar diye. Eskiden ağlatan, kıran, üzen, bitiren kişilerin bünyedeki etkisi genelde ağır oluyor. Kalp ezikliği, kendine güven azalması, her an herkesten kötü ve ters hareket bekleme, mutlak bir hayal kırıklığı beklentisi. İsteyerek yapılan hareketler de tuzu biberi olur herşeyin... Hem kendine hem de etrafındakileri huzursuz etmede üstün başarılar gösterme, elde olmadan kafada senaryolar yazma, içinden geldiği gibi davranmadan sürekli lafını seçerek konuşma . Böyle yapsam ne olur, şöyle yapsam ne olur diye her hareketi çift dikiş gitme. Had safhada mutsuz olma korkusu. Kendine güvenmesine rağmen tedirgin ve çekimser davranışları yüzünden kendine güvensiz ezik insanlar gibi davranabilme yeteneği. Bu yazdıklarım geçmiş hayaletleri tarafından çarpılmış insandaki dayanılmaz belirtiler. Herkesten çok kendisi için dayanılmaz. Ya ben böyle bir insan değilim diye içi içini kemirir, keşke sadece kendi içi olsa... Karşısındakini de illet eder. Problem makinası şeklinde üretir de durur. Sorun hayaletlerin kimliği ya da yaptıkları değildir. Hatta hayaletlerin ne yaptığı, ne dediği bile hatırlanmıyordur. Ama zamanında çarpmışlardır bir kere. Kolunuzdaki morluğu görüp ya ben bunu nereye çarpmıştım diye düşünmek gibi. Nereye çarptığınızı hatırlamazsınız ama morarmıştır ve acıyordur. Aslında şimdi düşündüm de, sanırım insanın hayalet avcısı yine kendisi. Sonuçta abuk hareketlerini düzeltmek yine kendimize kalmış... Hayaletlerimizi kovalamak kimsenin görevi değil, sadece bizim...

Sunday, March 1, 2009

TÜM ANLAM YENİ BAŞTAN



Hayat her gün yeni bir şey öğretiyor iyi ya da kötü. Anlamını bildiğimizi sandığımız bazı şeylerin, aslında hiç de bizim bildiğimiz gibi olmadığını anladığında insan, tuhaf oluyor. Hele de ortaya çıkan sizin tahmin ettiğinizin çok çok üzerindeyse. Sevmek mesela. Güzel yerlere gidip, ele ele tutuşup, kah kah kih kih eğlenmenin bir gereği midir ya da sonucu mudur sevmek? Ya da iki güzel söz, bir demet çiçek alınca mı seviliyor demektir insan. Sevmek ne güzel şeyler paylaşmak, ne de küçük sürprizlerdir. Bunlar belki alt anlamı olabilir sevmenin, hepsi bu. İnsan aslında hep kendini düşünür önce. Her ne kadar inkar etse de bir insan, farkında olmadan önce kendini düşünür. Kendine sevinir, ya da kendine üzülür. En azından gerçekten sevmeyen bir insan.Sevmenin gerçekten insanın kendinden öte bir şey olduğunu ben yeni yeni anladım. Bir insanın sevincini sanki kendi sevincinmiş gibi hissetmek, üzüntüsünü kendi acın, ya da kızgınlığını kendi öfken. O birisinin her duygusunu kendininmiş gibi hissetmek. İşler ters gittiğinde uğranılan hayal kırıklığının parçalarını kendi kendine süpürmek, ya da herşey güzelken mutluluk dansı yapmak istemek. Kızgınlıkla kavruluyorsa karşı taraf, düşman kuvvetlere karşı sanki senin probleminmiş gibi, en acımasızından intikam planı kurmak. Anladım ki ne zaman başkasının başına gelenlere kendi başına gelmiş gibi tepki vermeye başlıyorsun, işte o zaman seviyorsun. Bunu ne kadar derinde hissediyorsan, o kadar çok seviyorsun. Sevmenin miktarı kurulan güzel cümlelerle, yapılan şirinliklerle ölçülmüyormuş. Acıyı ve mutluluğu ne kadar derinde hissediyorsan, işte o kadar seviyormuşsun. Ne kadar derin, o kadar çok….
Related Posts with Thumbnails