Friday, February 27, 2009

BİR BİLENDEN TAVSİYELER

İnsan kendine konduramaz. Kötü şey benim başıma gelmez der.
Bizi bu sıradan halk halimizle böyle sanarken, ünlüler ne düşünüyordur kimbilir.
Ama gayet de olabildiğini Deniz Seki örneğinde tekrar gördük. Resmen göz göre göre hapise girdi.
Resimleri gerçekten iç burkucu.
Şahsen benim çok da bayıldığım bir şarkıcı değildi. Yani ben baştan beri şarkılarını sevmezdim. Dolayısıyla bir hayranı da değildim. Ancak son başına gelenleri kimse gibi, o da haketmedi.
Yaptığı yanlış bu tamam. Sonuçta kendi seçimi, ve eminim şimdi bundan çok da gurur duymuyordur. Ama bu işin ticaretini yaptığını da düşünmüyorum, öyle bir paraya ihtiyacı mı var bir kere.
Paraya değil, desteğe ihtiyacı oldu gibi geliyor bana.
Neyse aslında bu konuda yazmayacaktım ama cezaevi yüksek profesörü Tuğba Özay ablam bazı tavsiyeler de bulunmuş, değinmeden geçemeyeceğim:
“Bol bol kitap okusun.
Hep kameralar tarafından izleniyordu, şimdi de orasının kameraları tarafından sürekli izlenecek. Zorluk çekecektir.
Yemekleri beğenmeyecektir, ama sonra alışır.
Kirli çamaşırlarının yıkanmasını istiyorsa para vermesi gerekli.”
Vee işte en bombası geliyor sevgili okuyucularım:
“Onu koğuş ağası yapacaklarını sanmıyorum”
Deniz Seki’nin de tek derdi şimdi koğuş ağalıdır çünkü. Kendine yeni kariyer hedefi olarak bunu edinmiştir!!! Şarkıcılık güme gitti, bari hanım ağa olayım diyordur.
Tuğba Abla, saygımız sonsuz sana...Deneyimlerinle gelecek nesilleri aydınlatman dileğiyle, esen kal.

Thursday, February 26, 2009

AH ! KIVANÇ AH !... ( PERŞEMBE SENDROMU )



Ben fazla dizi seyretmem. Ama sezon başında takılacağım bir diziyi gözüme kestirir, sadece tek bir diziyi seyretmeye odaklanırım. Bu sezon da favori dizim Aşk-ı Memnu. Dizi tutup ta uzatıldığı zaman yazarlarının kemikleri sızlıyor da deseler, insan kendi takıldığı dizi fazla sapıtmazsa bitsin istemiyor. En azından benim için öyle yani... Dizinin artistlerinin rollere cuk oturduğunu, bir de rollerinin hakkını vererek oynadıklarını görünce dizi tadından yenmiyor. Aşk-ı Memnu' da da bence böyle. Perşembe gecelerini iple çekiyor ve dizinin tüm artistlerini beğeniyorum. Ayrıca kıyafetleri, takıları, evleri seyretmek çok hoşuma gidiyor. Bihter' in masum halini, Firdevs hanımın kıyafetlerini... Ama en çok ta Behlül' ün aşk içinde kıvranmasını, bakışlarını seyrederken bu dünyadan resmen kopuyor, etrafımdan gelecek en ufak bir ses, konuşma istemiyorum. Bir süreliğine de olsa kendimi , etrafımı unutmak bana garip bir haz veriyor ve bu duyguyu seviyorum. Ben aslında bu yazıya Kıvanç Tatlıtuğ ' dan bahsetmek için başladım. Artık Behlül' mü, desem yoksa Kıvanç' mı onun çok iyi bir aktör olduğunu düşünüyor ve onun sadece dizideki evin nerdeyse bütün kadınlarını kendine aşık etmekle kalmayıp, ekran başında diziyi seyreden bütün kadınlarıda aşık ettiğine inanıyorum. Onun o aşık bakışları, dalıp dalıp gitmeleri, için için çaresizliği, , fırlamalığı bütün kadınların erkeklerde görmek istedikleri şeyler... Eh Kıvanç' ta rolünün hakkını fazlasıyla verdiği içinde bu gidişle biz kadınlar Aşk_ı Memnu' dan, Kıvanç' ı hayran hayran seyretmekten kolay kolay vazgeçemiyeceğiz gibi görünüyor. Vazgeçmek isteyen de kim zaten :)) Bkz: Aşk-ı Memnu yazım.
Gönderen MALLA zaman: 22:32 14 yorum Bu kayda verilen bağlantılar

Wednesday, February 25, 2009

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ :))


Şekil A veee şimdilerin dizi krallarından ... Her sene olduğu gibi bu sene de bir dizi patlaması yaşanıyor. Eskiden bu kadar çok yerli dizi yoktu. Şimdi de hangisini izleyeceğimizi şaşırıyoruz. Zaten hepsini birden takip edebilmek mümkün değil. Biz çocukken, ya pembe dizi izlenirdi geceleri, ya da Amerikan dizileri. Türk dizilerinden en aklımda kalanlar Çalıkuşu ve Kartallar Yüksek Uçar. Ama bir de Amerikan dizilerini hatırlayalım. Miami Vice, Mavi Ay, Kara Şimşek. Bu dizilerde yaşananlar, o zamanın Türkiye’ sinden o kadar uzak şeyler anlatıyordu ki, hepimiz ağzımız açık izlerdik. Ne harika konuları var, arabalar ne kadar fantastik, karakterler ne kadar yakışıklı diye. Bir sonraki bölümü izleyebilmek için haftayı zor bitirirdik. David Hasseloff, Don Johnson posterleri duvarlarımıza duvar kağıdı olurdu.Yakın zamanda Kara Şimşek’in bir kaç bölümünü izledim de, acayip garip geldi. Sadece bir bölüm izlemek bile nereden nereye geldiğimizin çok bariz bir göstergesi. Kıyafetler, oyuncular, kendi işini kendi gören araba Kit… Hepsi şimdi çok gülünç gözüküyor. Basit teknolojiler, çok da göz doldurmayan oyunculuklar varmış meğersem. Kıyafetler desen 80lerin korkunç modası, oyunculuklar bir zorlama… Kit desen, şimdi o arabanın 10 katı olanlar caddelerimizde fink atıyor. Hız sabitleyenler, bir sürü atraksiyonları olan arabalar hep piyasada. Şimdi her araba farklı bir tarzdan bir Kit. Yılların emektar Kit’i, şimdikilerin yanında solda sıfır kalıyor. Bugün herşeyin en uç noktalarını yaşıyor gibiyiz. Aslında yaşıyoruz da. O zamanlar Kit’e bir teknoloji harikası diyorduk da, şimdi komiğimize gidiyor. Mesela ben, bir 20 sene sonrasının hayalini kuramıyorum. Sanki şimdi yapılabileceklerin hepsi yapıldı. Bir sonraki adım ne olabilir aklım yetmiyor. Şunun surasında 15 sene once, cep telefonu diye bir şeyin hayalini kuramazken, eski dizilerin müziklerini cep telefonlarına zil sesi yapabiliyoruz. Geçmişle dalga geçiyoruz resmen. Bir 20 sene daha geçince de, bugünle dalga geçebilecek miyiz merakla bekliyorum.

Tuesday, February 24, 2009

HEDEFİN KADAR



Aslında hayat demek bir hayalin peşinden koşmak mıdır? Herkese bahşedilmiş hedefler vardır da, o yüzden mi yaşıyoruz? Bana biraz öyle geliyor. Bazen de hiç de hedefimiz gibi olmayan şeylerin peşinden koşuyoruz, olmak istemediğimiz şeyler oluyoruz. Memur, ev kadını, doktor, mühendis, müdür, falan filan. İsimlerin başına eklenen öneklerin çok da bir anlamı yok bana kalırsa. Müdürsündür de hiç hoşuna gitmiyordur belki insanları yönetmek, memursundur da sırtına çantayı alıp kaçmak istiyorsundur. Ev kadınısındır belki, balerin olmaktı tek hayalin. Ama bir insan her sabah istemediği bir şeyi yapmak için uyanıyorsa, aslında hayalinden de bir adım daha uzaklaşıyordur. Her gün biraz daha çok. Enerji tükenmez bir kaynak değil ki, ömür boyu bitmesin. Boşa harcamamak lazım. Zaten herkes hedefi kadardır, o hedef kadar enerjisi vardır. Hedeflediği yere ulaşmak için koşabildiği kadar güçlüdür, o hedefe ulaşmak için yapmayı akıl ettikleri kadar zeki, alabildiği riskler kadar cesur, zorluklar karşısında takındığı tavır kadar soğukkanlı. Bunlardan ne bir eksik ne bir fazla. Fakat tüm toplanan özellikleri başka alanlarda heba ettikçe, esas harcanacak şey için elde ne kalacakki. Kala kala yorgun bir beyin ve yorgun bir kafa, hızlıca geçmiş koskoca zaman ve en fenası da hayal kırıklığı. Şimdi benim bir hedefim var mı diye bir düşünün bakalım. Asıl enerjimi akıtmak istediğim, hayatımın asıl anlamı, bu yorgun günlerime neşe katacak bir meşgale. Yok demeyin sakın, hayat demek hedef demek. Ben de orası için yazıp duruyorum yıllardır, elbet ulaşacağım:)

Sunday, February 22, 2009

MİSAFİR GELENEĞİNE HAYIR !!..


Salon gelenekleri bir Türk klasiğidir. Beyaz örtülerle kapatılmış ve sadece misafirden misafire açılan salon, evin yasaklı köşesidir. Ben küçükken evimizde soba vardı, dolayısıyla salon ısıtılma konusunda hiç öncelikli değildi. Evde verilecek en büyük cezalardan biri, kış aylarında salondaki büfeden lazım olan bir şeyi almakla görevlendirilmekti. Salonda havanın kesinlikle sokakla aynı derecede olduğunu söyleyebilirim. Zaten o koltuklarımız hiç eskimedi de, şimdi anneannemde görevlerini sürdürüyorlar. O yüzden ev kurarken salon ve oturma odasının ayrı olması fikrine şiddetle karşı çıktım. Salona eşyalar alınmış, bir güzel döşenmiş. Ama misafir geldikçe girilecek. Salon kendine mi düzülüyor, misafire mi belli değil. O kadar özendiysem, keyfini de ben sürmeliyim, bu kadar net. Bir de salon takımı konusu haricinde, diğer misafir spesyalleri var. Misafir tabağı, misafir havlusu, misafir tepsisi, misafir cartı, misafir curtu. Ben buna da karşıyım. Bizim gelenimiz gidenimiz çok orası ayrı. Ama öyle olmasaydı da, normalde misafir tarifesine yazılmış eşyaları, arasıra gündelikte kullanırdım. Özenmişim, almışım. Taksitlerini hala ödüyorum. Soframda göreyim, sürekli kullanayım. Elimde eskisin, yeter ki dolapta tozlanmasın. Her çıktığımda başka bir şey beğeniyorum üstelik, dolaptakiler eskisin de yenilerini alayım. Kullanmadıkça aynı şeylere yıllar boyu mahkum kalınıyor çünkü, offf çok sıkıcı…

Saturday, February 21, 2009

KİM DEMİŞ ? !



Erkek bebekler neden mavi giydirirler mesela, kızlar da pembe? El kadar bebek ne anlayacak renkten, pembeden, maviden. İki renk de iyi hoş da biraz bayık sanki. Kız olsun erkek olsun şöyle bir kırmızı, yeşil veya sarı daha canlı, dinamik geliyor bana. Cinsiyet ayrımı yapmadan. Zaten bayık renklerle başlayan ve erkeklerin yapabildiği bir çok şeyin kadınlar tarafından yapılamayacağı fikriyle devam eden anlayışa çok fena sinir oluyorum.Tabii ki fiziksel güç ve dayanıklılık gerektiren bazı şeyleri bizden daha kolay yapabilirler, biz biraz daha zorlanırız o kadar. Yapamayız anlamına gelmez. Mesela erkeklerin sevdalı olduğu futbol. Futbol denince bir çok erkek için akan sular öyle bir duruyor ki, sevgiliyle güzel bir akşama çok rahat tercih ederler. Gecenin bir köründe, yağmurda, soğukta halı sahalarda koşturmaktan hiç rahatsız olmazlar. Statlardaki kalabalıkta, izdihamda, her türlü hava koşulunda bağıra çağıra tezahürat yapmak en büyük zevkidir birçoğunun. Kadınlar da artık onlardan geri kalmıyor zaten. Uzun yıllardır kadınlar da futbolun içinde. Oyuncu, hakem, deli fişek izleyici şeklinde rol alabiliyorlar yeşil saha dünyasında. Artık ben de bir ucundan tuttum, çılgın ve hırslı bir oyuncu olmaya karar verdim. Ama gerçek yeşil sahalarda değil, sanal olanlarında. Play Station’ ı erkeklerin neden bu kadar çok sevdiğini anlamazdım, oynayınca anladım. Acayip hoşuna gidiyor insanın. Faul yapmak, çalım atmak, hoop orta yapmak, rakibin ayağından topu kapıp koşarak uzaklaşmak süper. Ama en sevdiğim korner. Açıyı ayarlayıp, yerinde bir orta yaptın mı golü atman işten bile değil. Hele de bir erkekle oynuyorsan ve gol atarsan, fileler havalandığında ortaya çıkan surat ifadesini görmek de başka bir keyif…Bir de oyunları öyle yapmışlar ki, gol sonrası golü atanan takımın oyuncu ve taraftarlarının sevinci ile golü yiyen tarafın üzüntüsü aynı gerçek maçlardaki gibi. İnsanın çok gaz galeyana gelmesinin bir nedeni de bu olabilir belki de. Her kız özellikle de daha hanım hanımcık, kızsal eğlencelerden hoşlananlar için cazip olmayabilir. Ama ben iyi bir şey mi kötü mü bilmem ama, elimin hamuruyla erkek işine karışmaya bayılan biri olarak şimdi de buna el ettım, hadi bakalım. İleride evime bir ekmek makinası, mutfak robotu yani bilmem ne el aleti almaktansa Play Station’ ın son modelini almayı tercih ederim. Her işe burnunu sokmaktan hoşlanan deli erkek ayşelerdenseniz çeyiziniz için bir de bunu düşünün derim.

Friday, February 20, 2009

UYKUCULARIN ZAFERİ



Her sabah yataktan sürünerek kalktığım yetmiyormuş gibi, şimdi de loş sabahların ağırlığı çöktü üzerime. İstersem akşam dokuzda yatayım, sabah yine uyanamıyorum, yine uyanamıyorum. Erken yatmakla da pek alakası yok sanırım, bir şekilde kaliteli uyku dedikleri şeyin nasıl becerilebileceğini öğrenmek lazım. Her sabah çok da erken kalkmamı gerektirmeyecek kadar rahat bir iş yaptığımı hayal ediyorum. Bilmem 40 kere hayal etsem olur mu ama, şimdiden 40 bin kere düşündüğümü tahmin edersiniz herhalde. Pek tabii bu erken kalkma derdinden tek muzdarip olan ben değilim. Ama benden daha iddialıları ve bu işi hırs haline getirenleri de varmış. Danimarka’ da bu konuda ufak çaplı bir isyan çıkmış diyebiliriz. Üstelik ülkenin aileden sorumlu bakanı da buna destek vermiş ve " Hayatımız bir çalar saatle kontrol edilmezse daha iyi bir yaşamımız olur " demiş. Yani arkaları biraz kuvvetli. Üstelik bu isyan grubu kendilerine ‘ B Toplumu ’ adını vermişler. Artık ne eylemi yaptılar bilmiyorum, inanması zor ama gerçek, bir şekilde başarıya ulaşmışlar. Örneğin kimi şirketler, erken kalkmakta zorlananlar için öğle saatlerinde başlayan mesai uygulamasına geçmişler. Kopenhag' daki bir okul da, erken uyanamayan " uykucu " öğrenciler için dersleri 10.00' da başlatma kararı almış. Koskoca şirketleri ve okulları böyle bir karar almaya nasıl ikna etti acaba bu B toplumu? Şirket çalışanı olanlar gün ortasında uyku tulumunu alıp ofisin bir kenarına mı kıvrıldılar, ya da toplantının ortasında ‘ Kusura bakmayın, ben bir kestirip geliyorum’ mu dediler? Öğrenciler de, sınavın ortasında horul horul uyumaya mı başladılar? Her ne yaptılarsa bir zafer kazandıkları kesin. Biz de gelecekte böyle bir zafere imza atabilir miyiz, ne dersiniz ?:) Bknz : Alis' in bu konuyla ilgili yazısı.

Wednesday, February 18, 2009

TAHSİN AMCA

TV dizileri sağolsun, nasıl değerlerini farkedecektik bu çok büyük oyuncunun kıymetini.
Neyse ki Gazanfer Özcan o konuda geç kalmadı da, kendini yeni nesile tanıtabildi. Kuruntu Ailesi de vardı ama kendimizi bilmiyorduk pek o zamanlar, Avrupa Yakası’nda şahaneydi.
Allah rahmet eylesin. İçim ne kadar burkuldu anlatamam. Tam da canımın anneannemin yıldönümüne yakın zamanlarda, aynı tip rahatsızlıktan, aynı yaşta olması bu olayın, cızzz diye dokundu içime. Ailesinin de neler yaşadığını, ümitle ümitsizlik arasında gidip geldiklerini tahmin edebiliyorum. Ama en azından onun acısı dinmiştir.Çok da uzun uzun yazacak değilim. Allah rahmet eylesin, sevenlerine sabır versin.

KISKANCIN FENDİ



Ben bunun şakasını yapardım da meğersem doğruymuş. Kadınların madem kapanmak gibi bir yükümlülüğü olduğu söyleniyor, bence erkekler de kapansın diyordum. Hele de bu fikir kıskanç bayanlar için de birebirdir. Sevdiği kadının saçını, yüzünü, gözünü diğer erkeklerden sakınan erkekler nasıl örtünmesini isterler sevdiceklerinin, bizim de erkeğimizden kapanmasını talep etme hakkımız olduğunu düşünüyordum. Ne de olsa ortalık densiz kız dolu, sevilen biricik erkeğin gözünü, kaşını o kızlardan sakınmak da bizim hakkımız değil miydi?:) Ama bunu gerçekleştirebilmek için biraz yol katetmek , Orta Afrika ülkelerinden Nijer’in kuzeyine gitmek ve orada yaşayan Tuaregler’ e katılmak gerekiyor. Tamamı Müslüman olan bu toplumda kadınların tersine erkekler örtünüyormuş. Üstelik de sadece gözleri açık kalacak şekilde. Bu topluma mensup erkekler delikanlılıktan itibaren örtünmeye başlayıp, yüzlerini ölene kadar aileleri dahil kimseye göstermiyorlarmış. Fakat örtünmelerinin nedeni dini inançlarından değil, atalarının geçmişte çölde yaşamalarından kaynaklanyormuş, çünkü ataları eskiden ticaret yapanlara deve kervanlarıyla öncülük ettiklerinden çöl kumlarından korunmak için yüzlerini örterlermiş.Yani onların kendilerini arsız kızlardan sakınmak gibi bir niyetleri yok belli ki, ama yine de yüzlerini aileleri dahil kimselere göstermiyor da olsalar, gözleri gözüküyor. İnsan isteyince gözleriyle, yüzüyle yapabileceğinden daha fazla şey ifade edebilir. Benim önerim ise daha acımsız, tamamen peçe takılmasını öneriyorum:)

Tuesday, February 17, 2009

DİGİTAL İŞGAL


Herşeyin dijitali çıktı ama ben hiç hoşlanmıyorum bu durumdan. Akıllı evlerden hiç hazzetmiyorum mesela. İnsaniyetten uzak, tamamen sanal bir hale geliyor hayatımız ve artık bunu durduracak güce kimse sahip değil. Ben evimi işyerimden programlamak istemem. Evim girince varsın biraz soğuk olsun, yemeğimin suyu biraz geç kaynasın, fırınım geç ısınsın ne çıkar. Evim beni normal anahtarla tanısın, parmak izimle ya da göz retinamla değil. Mutfak dediğin mesela böyle cıvıl cıvıl olmalı. Yağa kire bulanmalı. Işte o zaman daha bir mutfak mutfak olur orası. Ultra modern aletlerle, uzay mekiği parçasına benzeyen fırınlarla insanı yemek yapmaktan uzaklaştırır o sevimsiz mutfak müsvetteleri. Yeni buzdolapları çıkıyor sebze meyveyi taze tutan, yeni çamaşır makinaları lekeyi tanıyan. Fazla sanal, fazla teknolojik, fazla samimiyetsiz değil mi?Sebze, meyve dediğiniz şey dalında güzeldir. Güneşte yetiştiğinde, pazar tezgahlarında. Eve getirip yeriz, yemezsek de en fazla bir hafta tutulur dolapta. Yapay ışık altında taze kalmış sebzeye, meyveye ben taze diyemem. Giderim öz hakiki tazesini pazardan alırım olur biter. Anahtarı kilide takarak açayım kapımı, kombiyi kendim ayarlayayım, suyumu ısıtayım, pazardan aldığım taze sebzelerle yemeğimi yapayım. Ortalık kirlensin, silip temizleyeyim. Gemi bacasına benzeyeni değil, normal aspiratörü çalıştırayım. Bluzuma döktüğüm yağ lekesine de tuz dökerim, sonra sabunlu suyla azıcık çitilerim biter. Sonra atarım normal makinama yıkanır temizlenir. Lekeyi tanıyan makinayı istemiyorum. Bu kadar makinalara bağımlı bir yaşam rahatlık gibi gözükse de aslında rahatsızlık veriyor. İş hayatımızı bağladığımız bilgisayar bir gün bozulunca elimiz kolumuz bağlanıyor. Her detayı makinalara bağlarsak, en sonunda doğal ne kalacak elimizde. Yok şu düşünce, yok bu ideoloji hepimizi ele geçirecek diyoruz da, bence asıl ele geçirecek olan makinalar. Sessiz ve derinden geliyorlar, biz de güle oynaya karşılıyoruz.

Monday, February 16, 2009

UCUZ ATLATILDI !



Bir çok özel günü daha geride bırakmış bulunuyoruz. Tabii ki Sevgililer Günü’nden bahsediyorum. Yazmadan olmaz haliyle, yoksa gündemi takip etmemiş sayılırım. Bu seneyi de kazasız belasız atlattık Her yerin iç kaldırıcı ve fenalık verici bir şekilde kırmızı kalplerle bezenmiş olması, gül fiyatlarının sadece el değil tüm elden başlayarak tüm vücudu yakıcı fiyatlarla satılmasından bahsetmiyorum. Çok çok şükretmeliyiz ki, hiç bir sevgili birbirini boğazlamadan, bıçaklamadan geçirdik farkındaysanız. En azından hiç bir gazetenin üçüncü sayfasında. Sevgililer Günü stresi dolayısıyla birbirini kesen aşık haberi okumadım. Evet gerçekten bugün insanda stres yaratıyor. Özellikle de erkeklerde. Bu stresli ortamı da biz bayanlar yaratıyoruz. Hiç önemli bir gün değil dese bile ağzımız, kalbimizi, çok ufak da olsa, bir jest beklentisi kemirip duruyor. Beklentisi daha fazla olanlarla hayat daha da zor tabi. İlla ki bir yerlerde yemek yenecek, mutlaka bir hediye alınacak stresi içerisinde, normalde kavga etmeyenler bile birbirine girebilir. O yüzden bu özel gün, çok seviyeli görülen beraberliklerin de test edilmesine vesile olabilir. Sevgililer Günü anlayışı insanı bir program yapmaya programlıyor. Zorlama bir şeyler yapmaya çalıştıkça insanın daha çok yapmayası geliyor.Bunlara tuz biber olarak da, hafta ortası bütün şehrin sokağa dökülmesine neden olduğu için iç sıkıştıran bir trafiğe neden oluyor ki, bu trafikte bir yerlere ulaşmaya çalışan aşıkların, arabadan düşman olarak inmesi hiç de uzak bir ihtimal değil. Neyse ki bu sene Cumartesi’ye denk geldi. Diyorum ya, aslında sevenlerin birbirinin kıymetini anlayıp, birbirlerine olan sevgilerini biraz daha açık ifade etmeleri için gelenekselleşen bugün, iyice tüketme odaklı bir hale geldiği için kırmızı kalplerden, ateş pahası güllerden ve zoraki yemeklerden ileri gidemez bir durumda. Seneye ne olur diyeceğim de, daha iyi bir durumda olacağını zannetmiyorum doğrusu. Ne yapalım…Kendimizce yollarla, evde yemekle, elle hazırlanmış değişik yaratıcı hediyelerle ya da farklı çiçeklerle kutlayalım mesela, sıradanlaşmadan. Böylesi daha anlamlı.

Sunday, February 15, 2009

YEMEMEK İÇİN YENİ METOT


Her şeyin olduğu gibi yemenin de bir psikolojisi var elbet. Çok üzülünce iştah kesilir, mutlu olunca açlık insanın başına vurur. Tabi bunun tam tersi de geçerli. Depresyona girip dondurma kasesi kaşıklamak, ya da mutluluk sarhoşluğunda sürekli yemek yemeyi unutmak. Görsel tarafını da es geçmeyelim. Renkli şekerlerle dolu bir kaseden şeker almak istemez misiniz? Ya da pastalarla dolu pastane vitrinlerine yapışmaz mısınız? Yok ben yapışırım oradan biliyorum. Öğlenleri çoğunlukla ofisin altındaki pastanede çıkan öğlen menülerinden yediğim için haliyle her gün bir pastane ziyaretim oluyor. Pastalar, envai çeşit şekerleme, kanepe, ekler ve benzeri zararlı!! yiyeceklerle dolu olan cam tezgaha genelde bırakın yan gözle, direkt boynum koparak bakıyorum. Ancak kendimle haklı olarak gurur duyuyorum ki, bugüne kadar yemek sonra tatlı yememe prensibimi hiç bozmuş değilim. Sadece göz doygunluğu, nasıl bir terbiye ettiysem şu abur cubura aç bünyeyi, bugüne kadar kararımdan dönmüş değilim. Ama vitrinin o düzenlemesi insanı gerçekten baştan çıkartmıyor değil. Belki gözüktüğü kadar lezzetli bile olmayabilir bunlar. Mesela bir arkadaşım mozaik pasta dilimlerine dayanamayarak yemek yerine onu yemişti ama hayal ettiği lezzette çıkmadığı için bayağı hayıflanmıştı. Yemek yerine tatlı yediğine mi yansın, yoksa uğradığı hayal kırıklığına mı? Bir de böyle bir şey var, lezzeti hayal etmek. Somut olmayan birşeyi resmen kafanızda canlandırıyorsunuz, ne kadar güzel kurarsanız da, beklentileriniz gerçekleşmediği takdirde hayal kırıklığı o kadar yıkıcı oluyor:) Tatlı tadını hissetmeyi beklerken, beklentinin çok altında bir şeyle karşılaşınca hiç tadı yokmuş gibi gelir. Benim de canım o mozaik pastadan hep isterdi... Yoğun çikolata ve bisküvi tadı. Damardan çikolata takviyesi. Ama öyle değilmiş işte, kuru tatsız tuzsuz bir şey çıkmış. Hayal kırıklığına uğramadım mı, evet uğradım ama bir taraftan da içim rahatladı. En azından canımın çektiği pastane vitrininden bir zararlıyı elemiş oldum. O günden beri mozaik pasta istemiyor canım... Neymiş yemek isteyip de yemediğinizi başkasına yedirin, güzelse bir ara yersiniz, güzel değilse zaten bir daha asla canınız istemez.

Friday, February 13, 2009

DEMEDİ DEMEYİN


Eskiden doğumgünümde hediye yerine harçlık almayı tercih ederdim. Öğrenciyken elime toplu para geçmediği için bu paralarla ya bankaya ödeme yapıyordum ya da uzun zamandır almayı istediğim kıyafet, çanta, ıvır zıvır birşeyler alıyordum. Fakat rahmetli anneannem bu konuda feci inatçıydı. Her seferinde bana para vermek yerine, çeyizim için yeni bir parça alırdı. Yok bilmem ne tenceresi, o tabak, bu çarşaf falan filan. Ben de her seferinde çıngar çıkartır, ileride modası geçmiş olacağını ve ben evlenene kadar daha neler neler çıkacağı iddiasında bulunurdum. Çünkü umurumda değildi. Ben üstüme başıma, koluma ayağıma birşeyler alayım, elime geçeni hop diye harcayayım fikrindeydim. Ama sağolsun anneannem bu tuzağıma asla düşmedi.Bir de annem… Ne zaman üç kuruş param olsa, kendine onu al bunu al ilerisi için diye feci baskı yapardı. Hatta bir kaç sene once ortada fol ve yumurta yokken, beni taksitlere sokup zorla yemek takımı aldırmıştı. İyi ki böyle yapmışlar. Şimdi alınanlara bakıyorum, hiç birinin modası geçmemiş, hepsini beğeniyorum. Kafamdan bir hesap yapıyorum da, bunların hepsini şimdi almaya kalksam, bu kadar masrafın içinde yine bir dünya taksit ödemem, ya da başka almam gereken şeylerden fedakarlık etmem gerekecekti. Ama çok şükür... Ancak almaktan inatla vazgeçmedikleri çarşaf ve pike takımlarında kantarın topuzunu birazcık kaçırmışlar. Yani ortalama 3 haftada bir çarşaf değiştirildiğini düşünerek, benim bir sene içerisinde bir yaydığımı bir daha yaymayacağımı söyleyebilirim. Bu nedenle tüm itirazlara rağmen aralarında biraz eleme yapmak durumunda kaldım. Çünkü bunlara da ayrı bir oda gerekir diye tahmin ediyorum. Neyse yine de hiç yoktan iyidir diyor ve hiç evlenmeye niyeti ve planı olmayan genç kızlara kafanızı ve paranızı iyi kullanın diyorum. Anladım ki çeyiz yapmak hakikaten çok faydalı bir hareketmiş. Böylece zorunlu ihtiyaçlarınız hazır olduğu için hazırlık için yapacağınız keyfi harcamalara daha fazla paranız kalıyor. Türk adetlerinin gözünü seveyim…

Thursday, February 12, 2009

ORTAYA KARIŞIK



Kına gecesi konsepti artık tamamen değişti. Ellere kına yakılması, geleneksel kıyafetleri giyinip geleneklere uygun organizasyonlardan çok, kız kıza çıkılan gece klubü organizasyonları daha gözde artık. O da başka türlü eğlenceli, ama biraz geleneksel tellerden çalmak da ayrı bir eğlence. O yüzden benimki bayağı bir ortaya karışık bir eğlence oldu. Ne yapacağını bilemez bir şekilde ortalarda dolaşırken, arkadaşlarım bana sürpriz bir kına gecesi yapacaklarını söyleyince acayip mutlu oldum. O kadar stresin arasında bir de kına gecesi organizasyonuyla uğraşamayacaktım çünkü. Şimdi benimkinin nasıl bir şey olduğu çok da önemli değil. Detaylara boğmak istemem. Ama bindallı da giydim, sonra da başka bir yere gidip gece eğlencesi de yaptım. Aklımda hiç bir şey yok diyordum ama aklımda varmış aslında bir şeyler. Kız kıza, annemle, diğer annemle beraber bindallı içinde göbek atıp, sonra da apayrı bir kıyafet içerisinde bambaşka bir mekanda Avrupai eğlenceymiş benim beklediğim. Hem biraz bizden, hem de biraz bekarlığa veda partisi tadında. Ne tamamen geleneksel, ne de çok yabancı. Yalnız benden bir tavsiye. Bekarlığa vedalar insanı kesinlikle bitirebilir. Ne demek istiyorum? Düğününüzde daha çok yorulacağınızı düşünüyorsanız bence çok fena yanılıyorsunuz. Ben ortaya karışık kına gecemin ertesi günü, bayağı bir sarsılmıştım, feci yorgundum. Düğünde o kadar yorulmadım, o kadar söyleyeyim . Neyse ki araya bir gün koymuşum da, kendime gelecek biraz zamanım oldu. Yoksa damat, nikaha götürecek gelini bulamayacaktı… Bir de son bir fikir: Organizasyonu sizin yerinize yapacak birilerini bulun derim. Düğünün içeriği zaten belli de, kına zor iş, benden söylemesi:)

Wednesday, February 11, 2009

KUSURUMA BAKMAYINNN !...


Sevgili arkadaşlar gelen yorumlarınızı okuyorum, elimden geldiğince cevaplamaya da çalışıyorum ve sizleri takip etmeye de gayret ediyorum fakat yorum atmaya vakit bulamıyorum. Bu aralar biraz yoğun çalıştığımız için fırsat olmuyor. Kusuruma bakmayın n'olurrr. Yorumlarınızdan beni yoksun bırakmayın emi. HüpCadınız:))

ÇATLAKLIK ???


Herkes gibi olmalı mı olmamalı mı? Yani acaba davranış biçimleri ve olaylara tepki göstermek açısından biraz tozutmuş olmanın insana faydası var mıdır yok mudur? Bence vardır, hem de çok faydası vardır. Herkes normal olabilir. İş, aile ve arkadaşlık ilişkilerini herkes normal normal yaşar. Rutin ve sıkıcıdır, yani en azından bana öyle geliyor. Birilerinin kendilerine göre doğru olmadığını, kendi kalıpları içinde yer almadığını düşündükleri hareketleri yaptığını gördükleri başka insanları kınaması bana çok anlamsız geliyor. Anlamsız, hem de nasıl. Herkesin bir davranış kalıbı vardır. Kiminin geniştir, kiminin dar, kiminin modellidir, kiminin düz. Örneğin geniş ve modelli kalıbı olanlara mezhebi geniş de denir. Ama mezhebi dar olanların geniş olanları yadırgaması ne gariptir. Peki niye genişler darları yadırgamıyor. Nasıl o kadar dar olabildiklerini sorgulamıyor? Sorgulamıyorlar çünkü genişler. Ufuğu açık olmak. Herkesi olduğu gibi kabul etmek, her hareketi dar kalıpların içine koymadan istediği ve o an içinden geldiği gibi yaşamak. Bence en önemlisi de biraz çatlak olmak. Çünkü biraz çatlak olmazsa insan mutlu olamaz. Her olayı son derece büyük bir ciddiyetle yaşamak, yarın ne olacak, şimdi şuna şöyle desem ne olur, yaş oldu kaç böyle davransam ayıp mı olur gibi içsel polemikler yaşamak. Olduğu gibi olamamak. Bence biraz çatlaklık herkeste var. İnsan olduğu gib davranınca işte, çatlak davranmış oluyor. O yüzden aaa çatlağa bak dendiğinde üzülmeyin, sevinin. Anlayın ki siz kendiniz gibi davranıyorsunuz. Tuhaf olan siz değil, kendini kendi gibi yaşamayanlar çünkü. Herşeyi sorgulayanlar, duygularını bastırmaya çalışanlar, hem çevresindekilerle hem de kendi kendiyle inatlaşanlar, çok ağlayıp çok gülmeyenler, kendi tuhaf dünyalarında yaşayanlar normal insanlarsa ben değilim. Olmak da istemiyorum. Çatlaklığımı da elimden geldiğince geniş tutmaya çalışıyorum ve unutmuyorum ki çatlaklar kutsaldır, çünkü ışığı içeri sızdırırlar. Ben de ışıl ışıl olmak istiyorum.

Monday, February 9, 2009

SAĞLIKLI YAŞAM MI ?



Artık sağlıklı yaşam sayfası olmayan gazeteler, gazeteden sayılmıyor. Meğer ne kadar da bu konuda uzman doktorumuz varmış da bizim haberimiz yokmuş. Gün geçmiyor ki nasıl sağlıklı yaşanır, nasıl sağlıklı kilo verilir konusuna rastlamayayım. Sürekli onu yiyin, bunu yiyin, aman sakın şunlara elinizi bile sürmeyin sürmanşetleri. O spor mu bu spor mu? Bunları okudukça farkediyorum ki, ben ölmüşüm. Hakikaten ölmüşüm yani.. Öyle uzuuun yaşayıp torunlarımın torunlarını görme şansımı çoktan yitirmişim. Bu şekilde beslenmekten ve yaşamaktan hemen şimdi vazgeçsem bile, artık bir kazancım olmaz zannediyorum. Zaten güzel olan her şey zararlı, insanın içinin kaldırmadığı her şey de yararlı. Mesela adaçayı, mesela yeşil çay.. Ben normal çayı da sevmem zaten, adasını, yeşilini nasıl seveyim. Bir kere çok boğazım ağrıyordu da adaçayı birebir dediler, kandım içtim. İyi gelse iyi, çayı bitirene kadar akla karayı seçtim. O kadar şeker koymama rağmen tuhaf mı tuhaf bir tadı var. Yeşil çayı ise hiç denemedim zaten. Bir de sürekli sebze yiyin, kırmızı etten uzak durun, beyaz ete yönelin diyorlar. E güzel. Sebzelerin %90’ ını yerim. Beyaz etli de en az kırmızı et kadar yakınım, severim yani. Ama insan da sürekli yeşil yerse yeşerir, sürekli balık yerse de yüzgeçleri çıkabilir diye bir endişem var açıkçası. Yani hepsi leziz yiyecekler ama bir ömür de abur cubursuz geçmez ki. Televizyonda en sevdiğiniz programı izlerken 3-5 bisküviyi ağzınıza atarken kahvenizi yudumlasanız fena mı olur yani? Ya da çok acıktığınız bir akşam yemeğinde pizza.. Ama ne mümkün, hepsi yasak. Bir de spor tarafı var olayın. Hiç hazzetmediğim. Benim doğam gereği sporla pek aram yoktur. Hani yürümeyi severim ama uzun boylu değil. Bu ara bir salonda spora başladım ama o da biraz bünyem spor görsün diye kendi kendimi teşvik etmemle oldu. Diyeceğim bu sağlıklı yaşam kurallarına öğün atlamadan, düzenli yemek dışında pek uymuyorum. Abur cuburu da seviyorum, her türlü sebzeyi de eti de yiyorum. Çünkü bu gazetelerde boy boy çıkan sağlıklı yaşam kurallarını pek de önemsemiyorum. İnsan kendini nasıl mutlu hissediyorsa öyle yaşamalıdır bence. Yani her akşam bir fincan kahve içmekten zevk alan biri, sırf kahve zararlı diye bu keyfinden vazgeçecekse, geçmesin. Elbette her şeyin çoğu zarar ama bunları kurallar silsilesi haline getirmenin, gazetelerin yaptığı gibi (ki benim burnuma ticari kokular geliyor) işi iyice abartmanın de pek de bir anlamı yok. Zaten ne demişler kurallar çiğnenmek içindir:)

Saturday, February 7, 2009

UCUZLUKTAN KAN ÇIKAR

Her yerimiz, içimiz dışımız outlet, ihraç fazlası, ucuzluk merkezi olmadı mı?Bırakın büyük alışveriş merkezlerini, artık sokak aralarından bile dünya markası bir kıyafet alabiliyorsunuz. Üstelik takliti değil,bizzatkendisi.Türkiye’nin bir tekstil merkezi olduğunu hepimiz biliyoruz. Hatta bazı markaların ürünlerini burada yaptırıp, yapılan bu malları kendi ülkelerine göndertip, sonra yine ülkelerinden Türkiye’ye gönderdiğini de. Bu git geller yüzünden, 3 liralık malın nasıl 30 liraya satıldığını anlamak hiç zor değil. Üretim burada yapıldığı için de, fazlası ya da az defolusu iç piyasaya veriliyor. Dolayısıyla raflarda 50 liraya gördüğünüz marka bir bluzu, alalade bir dükkanda 10 liraya almak artık sıradan bir hale geldi.Bu işin ihraç fazlası tarafı.Bir de outlet tarafı var. Bunlar da sezonda satılmamış ya da sezonda defolanmış, etiket fiyatından ucuza satılan ürünler. Hoş bu ürünleri aman da ne ucuz diye almak iyi de, sezonda dünyanın parasını verdiğiniz şeyi neredeyse onda biri fiyatına görünce bir an kalbiniz sıkışmıyor değil.Bu outlet işi çok tuttu zaten, artık yer gök bunlarla doldu. Sırf bunlardan oluşan alışveriş merkezleri iyiden iyiye artmaya başladı. Eskiden çok az yer vardı. Genellikle de şehirlerarası yolların kenarlarında olurdu. O yüzden bayram tatillerinde falan oralara uğramak marifet sayılırdı. Şimdi outlet alışveriş yapmak için şehir içinde şöyle bir tur atmak yeterli.Ama bu tip yerlere giderken, özellikle de bayram ya da ekstra kampanya dönemlerinde, biraz zırhları kuşanıp, sabır depolayı gitmek lazım. Yoksa kanının son damlasına kadar kendini alışverişe adamış kadın güruhu içinde kaybolup gidebilirsiniz.Bu ekstra kampanya dönemi zaten en tehlikeli olan. Fiyatların çok cazip olmadığı indirimlerde bile, herkeste bir bedava dağıtılıyor havası esiyor. Birbirinin elinden ürün kapanlar mı dersiniz, ucu bucağı gözükmeyen kasa sıraları mı dersiniz, bir türlü sıranın size gelmediği kabinler mi dersiniz... Hakkaten çelik gibi bünye lazım. O yüzden fiyatların ucuz olduğu durumlarda, bir de bu fiyata bünyeye verilen zararı hesaba katmak lazım. Yok benim bünyem bu kadar hasarı kaldıramaz diyenlerdenseniz, en iyisi paşa paşa sezonda normal mağazadan alışveriş yapmak(indirim dönemlerinde normal mağazalar da bu rahatlık ortamından yırtıcı alışveriş canavarlarıyla dolu amazon ormanlarına dönüşebiliyorlar). Evet biraz daha pahalı, ama genellikle(dediğim gibi indirim dönemi hariç) daha insancıl, daha vahşetten uzak. Hafif müzik eşliğinde huzur dolu alışveriş keyfi. Her ne kadar cüzdan için çok huzur dolu olmasa da:)

Thursday, February 5, 2009

DOKUNMA HAFIZASI

Bir anda burnumuza gelen bir kokunun bizi bir anda çok ama çok eskilere götürdüğünü biliyoruz.
Öğrenciliği, gittiğiniz bir tatili, eski sevgiliyi, eski evinizi hatırlarsınız birden. Bu koku parfüm de olabilir., bir eşya kokusu, o mekanın kendine has kokusu da olabilir.
Bunu burun hafızası olarak tanımlayabiliriz.
Şarkı hafızası da var, eski bir melodiyi duyunca o şarkıyı sıklıkla dinlediğiniz günleri hatırlamak da denebilir buna.
Geçenlerde bir numaralı araştırma ve eğlence kaynağım ekşi sözlükte bir şeyler okurken el hafızası diye bir kavramla karşılaştım. Ve ben bunu daha önce nasıl akıl edemedim diye de bayağı bir hayıflandım kendi kendime.
Dokunduğunuz şeye dokuduğunuz an hissettiklerinizi hatırlayıp sonra da o zamanın görüntüsüyle bu hissi birleştirmek. Biraz konsantre olunca da düşünürken dokunuyormuş gibi hissetmek, o ana geri dönmek.
Biraz beyni kandırıp bir nevi geçmişe yolculuk yapıyorsunuz. Bir de gözleriniz kapattınız mı tamamdır.
İlk aşkınızın elini tuttuğunuz an, ne zamandır almak istediğiniz bir eşyaya ilk dokunduğunuz an, yeni arabanızın direksiyonunu ilk kavradığınız an, köpeğiniz ilk eve geldiğinde başını okşadığınız an, ilk maaşınızı elinize aldığınız an.
Bu böyle uzar gider. Dikkat etmesek de görmek, duymak kadar önemli bir şey dokunmak da. Çoğu zaman görmek ya da duymak kadar önemsemiyoruz dokunmayı belki de.
Her an bir şekilde bir şeylerle temasımız olduğu için olabilir. Sıradan geliyor.
Ama istediğimiz şeye elini uzatıp hiçbir şey hissedemediğini düşününce insan garip oluyor.
Sıcak ekmekten elini yakmak, soğuk bir bardak bir kolayı kapıp bir dikişte içmek. Bunların sıcağı ya da soğuğunu hissetmeyince yine aynı keyif alınır mı acaba?
Ya da insan sevdiklerine sarılmayınca, elinden tutmadıkça sevgisini yeterince ifade edebiliyor mudur? Severken hep atlanan bir noktadır dokunmak, ama bakın onun da bir hafızası var. Hatırlamak ve hatırlanmak isteyene...
Bu dokunma hafızası koku ve şarkı hafızasıyla da birleşip sizi hatırladığınızda içiniz burkan zamanlara götürürse hay bu kokuya da, şarkıya da denmez mi peki? Denir vallahi ne diyeyim... Şimdi sevdiği şarkıyı açıp, o eski parfümü de sıkıp çok geçmişe gidip de dönemeyenleriniz olursa ben karışmam söyleyeyim...:)

Monday, February 2, 2009

MİM 2: OYUNLARDAN OYUN BEĞENELİM

Sevgili Öykü çocukken oynanan oyunlarla ilgili olarak mimlemiş beni. Çok eğlenceli bir konu olduğunu söylemeliyim:)İlk aklıma gelen Miami Vice oldu. O zamanlar Miami Vice dizisi çok popülerdi. Benim de dedektif olmak gibi bir hayalim vardı. Bizim sokaktaki arkadaşlarımla duvarlara yapışıp komşuların evlerine usul usul sokularak kanun namına tutuklusun tarzında tacizlerde bulunurduk. İki elimizi birleştirip, silah gibi yukarı kaldırarak sağa sola koşturup dururduk.
İkincisi tabii ki saklambaç. Hatta bu uğurda çenemi yarmıştım. Üstelik tam da sobe diye duvara uzanırken takılıp yere yapıştığım anda. İnanın acımdan değil, sobeleyemediğim için ağlamıştım. Ne biçim bir sobe hırsıysa benimki de...
Üçüncüsü alışverişçilik:)) Hani plastik sepetlerde plastik meyve sebzelerin olduğu oyuncaklar vardır. Tabii şimdi binbir farklı çeşidi var. O zaman hatırladığım bir biber, bir domates, süt kutusu olduğu. Vardır birşeyler daha da anımsayamıyorum. Neyse ben bunları evin muhtelif yerlerine dağıtır, sonra da elimde sepet, market alışverişine çıkardım. Nasııl bayılırdım. Ohh bedava hem de:)
Son olarak da öğretmencilik. Bayağı ileri yaşlarıma kadar da oynadım:))) Yok üniverite değil tabi, hazırlık -orta1 falan. Elimde tebeşir falan öyle yazardım, anlatırdım anneannemlerin holünün kapısında. Ama artık oyun da değildi, daha çok tiyatro. Çünkü her dersin öğretmeninin tarzına göre kıyafetimi değiştirir, o öğretmeni taklit ederdim. Yoklama yapar, sınıf defteri falan imzalardım. Eveet hem de o öğretmenin imzasını taklit ederek:) Kafadan kontaklık işte.
Vee lafrodit, tinimini ve alis' i mimliyorum. sevgiler...

KEŞFETMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Aaaa çok heyecanlıyımm. Blog hayatımda ilk kez mimlendim:) Hem de ardarda.. Eheee. Sevgili Öykü ve Lafrodit' e teşekkürler.. Aşağıda ayrı ayrı yazıyorum mimlerimi. Mimleyerek kimlerin başını yakacağımı da izleyin ve görün:)
Efendim ilk mimin keşfetmek.. Keşfettiğim şeyleri yazıyorum... Neler keşfettiğimi yazdıkça keşfedeceğim aslında...
1. Yazmaya yeteneğimin olduğunu, ( Hoş aslında bunu annem keşfedip beni gaza getirmişti:)
2. Yanlış meslek seçimi yaptığımı,
3. Evde oturursam televizyonkolik olacağımı,
4. Yemek yapmayı sevdiğimi,
5. Tekrar çocuk olmak için neler neler vermeyeceğimi,
6. Annemin içinde artık bastırılamayan bir teknoloji canavarı olduğunu,
7. Ülke gerçeklerinden tamamen boş şeyler izleyerek ve okuyarak kaçmaya çalıştığımı,
8. Kendime özen gösterdiğimde daha iyi hissettiğimi,
9. Nerede ne söylediğine çok dikkat edilmesi gerektiğini,
keşfettim. Vee osuruktan teyyare, öykü ve ella' yı mimliyorum. hadi bakalım kolay gelsin..

YANLARI KAÇIRMAK




Her gün aynı yollardan geçiyoruz işe ve eve gitmek için. Hatta alışverişe ya da dolaşmaya giderken geçtiğimiz yollar da. Nedense her geçişte yeni bir yer görüyorsunuz. Bir pastane, bir eczane, iş değişikliği yapıldığı için yenilenen dükkanlar… Her gün yeni bir yer açılıp, eskiden kalanlar da tek tek kaybolduğu için aslında bu hıza yetişmek de çok zor. Ama en kötüsü de bilmem kaç yıldır orada olan bir mağazayı yeni farketmek, üstüne üstlük bunu dükkan sahibine söylemek, ve yeni olmadığını öğrenince utanmak. Annemin de dükkanı var benim, “Aaaa hep buradan geçerim ama, bu dükkanı ilk kez görüyorum” diyenlere çok gülerdim. Her gün geçen insan o kadar senedir hiç mi görmez diye. Çünkü dükkan 23 yıldır orada. Ama aynı şeyi ben de yapınca, çok olağan bir durum olarak görmeye başladım.Özellikle de evimin yakınıda ilk kez alışveriş yaptığım bir parfümeriye sorduğum “Yeni açıldınız galiba, hayırlı olsun” sorusuna, “Burası 30 yıldır var” cevabını alınca…Demek olabiliyormuş. Herhalde algıda seçicilikle, bir şekilde filtreliyoruz bazı şeyleri kafamızda. Hiç yokmuş sanıyoruz. Bir de hep yolun yanlarındaki değil, ilerisindekini hedefliyoruz. Bir de dükkan sahibi tarafı var. O kadar senedir orada olup, hala kendisini farketmeyen birilerinin olması dükkan sahibi için hem çok sinir, hem de gülünç. Belli ki, çoğumuz bakmakla görme arasındaki farkı tam oturtamıyor. Baktığını görmüyor, dolayısıyla sonradan hatırlamıyor. Dükkan işi bir örnek işte. Yolun ilerisine bakmaktan, yanındakilerin fırsatı kaçıyor. Herkesin biraz daha bakmaktan çok görmek odaklı olsa daha iyi sanki. Bakıp görmemektense, bakarken görmeyi öğrenmek. Yoksa daha ne dükkanlar kaçırılır her gün geçtiğiniz yolda da, bakar köre çıkıverir adınız:)

Sunday, February 1, 2009

BİZDEN GELECEK FAYDA


Annem kendini blog çalışmalarına verdi bu aralar.Yakın zamana kadar bilgisayar bile kullanamayan kadın, birden bilgisayar kurdu oldu çıktı başımıza. Bir de lap top almıştı kendine. Kafasına göre takılıyor artık. Bana mail atıyor, çeşitli resimler gönderiyor. Beni cesaretlendirip bunca yıldır yazmam konusunda beni teşvik eden anne sultan, şimdi de kendi yazılarını yazıyor. Blog sayfasında kendini tanıttığı bölümde bir şey yazmış, ilk okuduğumda vay be anne dedim, sende de ne cevherler varmış. Bu kadın işini biliyorrr:) Başarısını takdir etmek için bu yazıyı yazıyorum çünkü, kendi kendine yaptı herşeyi. Benden , kardeşimden yardım istedi, yardım etmedik ne yalan söyleyeyim.Vakit ayırmadık. Devlet kapısı gibiydik. Bugün git yarın gel. Dur şimdi işim var, anlatamam. En sonunda sizden gelecek fayda Allah’tan gelsin dedi ve kolları sıvadı. Evet belki bilgisayar hakimiyeti çok değil, ama ne yapıp edip yazı eklemeyi, yazılarla resimleri birleştirmeyi başarıyor. Yaptığı seyahatlerden resimler koyuyor, gezinin hikayelerini esprili bir dille anlatıyor. Yazdığı konuyla ilintilendirilebilecek resimler buluyor internetten. Bir sürü başka bloggerdan tebrik mesajları alıyor.Ve de kendine güveni her geçen gün artıyor. Her gün yeni bir şey keşfediyor çünkü. Yaptıkça hoşuna gidiyor, daha iyisini becerebileceğini adı gibi biliyor. Bence gayet güzel bir blog’ u oldu. Blogger kapandığı zaman blogunu bile yedeklemiş. Her gün de kattığı yeniliklerle, daha da güzel olacak. Yürü annecim, kim tutar seni:)
Related Posts with Thumbnails